Günümüz dünyasında Devlet günlük hayatımızın farklı yönlerini etkileyen önemli bir konu haline geldi. Etkisi ekonomi, politika, toplum ve kültür gibi alanlarda açıkça görülmektedir. Devlet'den itibaren, etkilerini ve sonuçlarını derinlemesine anlamaya çalışan yoğun bir tartışma yarattı. Devlet ilgi kazanmaya devam ettikçe, onun farklı yönlerini analiz etmek ve gerçekliğimizi nasıl etkilediklerini anlamak çok önemlidir. Bu makalede Devlet'in çeşitli yönlerini ve günlük bağlamlarımız üzerindeki etkisini inceleyeceğiz.
Devlet, toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasal bakımdan örgütlenmiş millet veya milletler topluluğunun oluşturduğu tüzel varlıktır.[1] Devlet siyasal bir birliktir. Bunun için her şeyden önce devleti kuran bireyler arasında kültürel bir birlik lazımdır. Ancak kültürel birlik devletin yaşaması için yeterli değildir. Tarihte görülen birçok iç savaş, kültürel birliğin devlet kurulmasında yeterli olmadığını göstermektedir. Amerikan İç Savaşı'nın anayasal düzenin kurulmasının ne kadar gerekli olduğunu ortaya koyması ve savaş kültürü yerine hukuk devlet ilişkisinin kavranması açısından önemi büyüktür.
Bütün toplumlar, bir devletin varlığı ile nitelenmezler. Avcı ve toplayıcı kültürler ve küçük tarım toplumlarında devlet kurumları yoktur. Devletin doğuşu, insanlık tarihindeki ayırıcı bir geçişi göstermektedir, çünkü devlet oluşumunda söz konusu olan politik gücün merkezîleşmesi, toplumsal değişim süreçlerinde yeni dinamikleri ortaya çıkarır.
Thomas Hobbes, devleti Leviathan adlı eserinde Tevrat'ta bahsedilen Livyatan canavarına benzetmiştir. Max Weber ise devletin meşru şiddet kullanma aracı olduğunu söylemiştir.[2]
Tarih boyunca birçok devlet tanımı yapılmıştır. Devletin ortaya çıkışı, işlevi ve geleceği hakkında felsefi çözümlemeler yapılmıştır.[3] Devlet kurumunun oluşmasına yol açan etkenlerin başında tarım devrimi gelir. Özellikle Asya'daki tarım topluluklarının topluluk üzerinde bir devlet olgusunu ilk olarak oluşturduğu söylenebilir.[4] Devlet felsefesi alanında fikir beyan eden filozoflardan Platon’da devlet “birlikte yaşama zorunluluğundan doğan”, Aristoteles’te “doğal bir oluşum”, Ancillon’da dil, gibi iletişim ve toplumsallıktan doğan, Hobbes’da herkesin herkese karşı savaşını sona erdirmek için ortaya çıkan, Rousseau, Hobbes ve Locke'da toplum sözleşmesinin sonucu, Fichte’de saf insan amacının yüce aracı, Schelling’de mutlak olan, Hegel’de tözel irade olarak ahlaksal tin, Cicero’da hukukun sonucu olarak betimlenir. Günümüzde de birçok siyaset bilimci ve filozofun farklı tanımları vardır.[5][6] Hukuki açıdan devlet, genellikle unsurlarından hareketle tanımlanır. Buna göre devlet; "Ülke adı verilen belirli bir toprak üzerinde yaşayan insan topluluklarının bir egemenlik anlayışı ve hukuku içinde bir siyasi iktidar altında örgütlenmesidir." Bu tanımdaki unsurlar şunlardır:
İnsanlar Mezopotamya ve Nil kıyıları gibi sulak alanlar çevresinde toplanmaya başlamıştır. Bu bölgelerde tarımın ortaya çıkması ve suyun paylaştırılması için verilen mücadele, devlet kavramının ortaya çıkmasının en önemli sebeplerindendir. İlkel toplumlarda devletin oluşumunun başlangıç noktası toplumdaki farklılaşmalardır. Bu farklılaşmalar; göçebeler ve yerleşik yaşama biçimine sahip olanlar, çiftçiler ve çobanlar, halk ve büyük adamlar arasında gerçekleşmiştir ve zamanla eşitliğin bozulmasına sebep olarak devlet kavramını yaratan sebeplere dönüşmüştür. Tarımla birlikte mülkiyet kavramı var olmuş ve tarımsal ürünün eşit paylaşılmamasından dolayı toplumsal katmanlar meydana gelmiştir. Bu durum devletin oluşumuna yardımcı olmuştur. Tarımdan elde edilen hasılanın kaydedilme ihtiyacı yazının icadı ile paylaşım ve mülkiyeti koruma ihtiyacı da hukuk ve dinin oluşumuna zemin hazırlamıştır. Antik Çağ'da mülk sahiplerinin yaşadıkları kentin ve mülkiyetlerinin korunması ihtiyacı sonucu şehir devletleri ortaya çıkmıştır. Bu şehir devletlerine Antik Yunan’da Pôlis denmiştir. Bilinen ilk devlet olan Sümerlerin devletleşmesi güç ve mücadeleyle gerçekleşmiştir. Göçebe bir hayat tarzı olan Sümerler'in, Mezopotamya’da yerleşik hayat tarzı olan topluluklar üstünde egemenlik kurması ile birlikte ilk devlet ortaya çıkmıştır. Devletin kökeni aileye dayandırılmaktadır ve ailenin zaman içerisinde büyüyüp genişlemesiyle ve kan bağına sahip ailelerin de birleşmeleri ile birlikte devlet ortaya çıkmıştır.[kaynak belirtilmeli]
Devlet nizamında bir araya gelen bireyler, devleti üstün bir otorite olarak kabul ederler. Devletin varlığı, bireylere göre üstün bir konuma sahiptir. Devletin işleyiş yapısını oluşturan, kendisini ve bazı ayrıcalıklarını bireylere karşı üstün tutan varlığa "itaat skalası" denilir. Devlet; itaat skalası için en üst seviyede kendisini, yapısının ve işleyişinin korunması içinse en alt seviyede bireyleri tutmaktadır. Bireyler, devletin meşruluğunu sorgulama çabasına girmezler, devlete açıkça itaat gösterirler. Devletin normlarına, yürütme biçimine ve devlete karşı olan sorumluluklarına saygı gösterirler. Devlet ise bu saygınlığın ve itaatin karşısında, kendi kimliğini taşıyan bireylerine dış dünyada egemenliğini ve bağımsızlığını ilan etme fırsatını sunar.[7][8]
Modern devlet anlayışı 15 ve 16. yüzyıllarda ortaya çıkmıştır. Modern devleti geleneksel devletten ayıran özellik; sahip olduğu egemenlik ve meşrutiyet anlayışıdır. Modern devlet anlayışı, belirli bir süreçteki ekonomik, sosyal, kültürel, toplumsal gelişmeler ışığında ortaya çıkmıştır. Oluşum süreci ilk olarak Machiavelli tarafından laik bir siyasal iktidar kurgusu temellerinin atılmasıyla başlayıp Jean Bodin'in egemenlik kavramını ortaya atmasıyla devam etmiş ve Thomas Hobbes'in toplum sözleşmesi kuramını geliştirmesiyle kendini geliştirmiştir. John Locke; serbest piyasa ekonomisi, kuvvetler ayrılığı, doğal haklar teorisi ve toplum sözleşmesiyle mutlakiyetçi görüşe karşı çıkmıştır. Locke'nin ardından Rousseau, toplumsal sözleşme kuramında egemenliğin kaynağını halka bağlamış ve devletin meşru kaynağını sağlamlaştırmıştır. Sieyés, "millet" kavramı ile modern devlet anlayışına katkıda bulunmuştur.
Modern devletin nitelikleri; gelecek planları yapabilen, varlığını uzun dönemlerde tehdit edecek olan gelişmeleri fark edebilen, kendini eleştirebilen, değişim ve dönüşüm yeteneğine sahip olan bir yapılanmaya sahip olmasıdır. Modern devlet, temsili devlet olup sadece bir kesimi değil herkesi temsil eder.[10][11]
Siyasi otoritenin tek merkezde toplandığı, merkezî otoritenin tek bir anayasa ile sağlandığı devletlerdir. Yasama organının yaptığı kanunlar bütün ülkede uygulanır. (Örn.: Danimarka, Fransa, Birleşik Krallık, İsrail, İtalya, İrlanda, Norveç, Yunanistan, Türkiye)
Birden fazla devletin kendi aralarında gerçekleştirdikleri bir anlaşma ile birleşmeleri sonucu oluşan devletlerdir. İki şekilde olabilir:
Yasama, yürütme, yargı yetkilerinin köklü bir hanedandan olan ve yönetimin miras usulü ile devredildiği bir kişi elinde toplandığı yönetim şekildir. Bu siyasal iktidarı elinde bulunduran güç farklı din ve kültürlerin getirdiği etki ile kral, han, sultan, padişah, imparator gibi unvanlar kullanabilir. Köklü bir yapıya sahip olan ve çok eski yıllara dayanan bu yönetim şekli farklı zaman dilimlerinde çağın değişmesi ile ayakta kalmak için gerektiğinde farklı biçimlere bürünmüştür.[13] Monarşi çeşitleri ise;
1. Mutlak monarşi: Hükümdarın hakları sınırsız olarak mevcut olan ve tarihte bilinen en yaygın monarşi türüdür. Siyasi gücü elinde barındıran kişinin sözü kesindir. Yani yasama, yürütme ve yargı tek bir kişide toplanmaktadır.[12]
2. Meşrutiyet: Mutlak monarşiye karşılık olarak meşrutiyette hükümdarın yetkileri bir anayasa ile sınırlandırılmıştır. Halk bir meclis seçer hükümdar en üst olarak bu birliği temsil eder ve bir onay makamıdır. Yani bu yönetim biçiminde hükümdarın yanında bir de halk tarafından seçilmiş bir meclis bulunmaktadır. Buna örnek olarak İngiltere, Danimarka, Hollanda, İspanya, Malezya, Nepal, Yeni Zelanda ve Tayland sıralanabilir.[12]
İlk olarak antik yunanda ortaya çıkan kelime anlamı olarak en iyi ve kudret anlamına gelen eski Yunancada aristos ve krotos'un birleşimi ile olan Aristokrasi bir çeşit sınıflandırma ve devlet yönetim biçimidir. Bu sınıflandırma zengin olan halk tabakasını soylu kesim adı altında diğer halk tabakasından ayırarak siyasal iktidarı elinde tutar. Kısaca tanımlarsak tabakalara bölünmüş bir yapıda üst tabakanın alt tabakayı yönetmesidir.[12]
Hukuksal yapının dinsel nitelik taşımasıyla devletin dine tabi olduğu devlet biçimidir. Siyasi hakimiyet dini teşkilatın başında bulunan kişilere aittir. Bu yönetime örnek olabilecek devletler ise İlkel Yerli Kavimler, Hititler, Vatikan, Suudi Arabistan, İran olarak sıralanabilir.[12]
Teokratik devlet anlayışının tam zıttı olarak karşımıza çıkar. Laik devlet anlayışında kurulmuş olan ya da var olan devletin iktidar kısmı yani hakim olan siyasi gücün kendisi ve bu siyasi gücü yöneten kişinin tamamen dinden ayrılmasıdır. Laik devlet anlayışı üzerine birçok açıklama yapılmış farklı tanımlar ortaya atılmıştır. Örneğin Ali Fuad Başgil " tarafsız ilkesi", Hilmi Ziya Ülken "saygı" ve " vicdan hürriyeti" üzerinde durarak farklı bakış açısı altında açıklamıştır.[14] Ancak hepsinin varış noktası aynıdır. Kısacası tanımlamak gerekirse Laik Devlet din ve devlet işlerinin birbirinden tamamen ayrılmasıdır. Fransa, Türkiye, Portekiz, Meksika vb. birçok ülkede bu devlet anlayışı görülmektedir.[12]
Temel bir tanımla; egemenliğin, halkın elinde bulunduğu devlet biçimidir. Demokratik Devlette esas anlayış din, dil, ırk ayrı gözetmeden herhangi bir ayrıcalığa tabi tutulmadan herkes devlet ve kanunlar önünde eşittir. Yasama, yürütme ve yargı güçler ayrılığı ilkesine dayanılarak farklı kollar tarafından yönetilerek devlete bağlı olma biçimidir. Başta olması gereken iktidar seçimle belirlenir. Ve halk tarafından oy çokluğuna sahip olan başa gelir. Herkesin seçme ve seçilme hakkı kanunlarla koruma altına alınmıştır.
Bir birimin devlet olarak nitelendirilebilmesi için diğer devletler tarafından tanınmasına gerek yoktur. Zira tanıma sadece uluslararası alanda ilişki kurmak için gerekli bir işlemdir.[12]
Liberal felsefeden doğmuştur ve bu nedenle "liberal teori" olarak anılır. Buna göre birey ön planda, devlet ikinci plandadır. Devletin ana görevi de toplumda bir "hakemlik" vazifesi gütmektir. Devlet, tarafsız bir şekilde hakemlik görevinde bulunursa o zaman ortak iyiyi sağlama yolunda çalışmış olur. Mülkiyet temelli devleti esas alır. Sermaye ve üretime devlet karışmaz.
Devletin olmadığı yerde bireyler birbirlerini istismar edebilir. John Locke, bu durumu "Nerede kanun yoksa orada özgürlük de yoktur." diyerek açıklamıştır. Buna rağmen devlet de bireyleri istismar edebilir. Buna önlem olarak anayasal düzen ortaya çıkar. Thomas Hobbs ise devlet olmazsa kaosun ortaya çıkacağını söylemiş ve vatandaşların mutlakiyetçilik ile kaos arasında bir tercih yapmaları gerektiğini belirtmiştir.
Toplum açısından plüralist devlet, liberal demokrasilerde iktidarın yaygın ve eşit bir biçimde dağılmasıdır. Devlet açısından ise muhtelif tüm sosyal grupların siyaseti etkilemesine açık bir düzendir. Devlet hiç kimsenin tarafını tutmaz; kendi çıkarı da yoktur.
Bu sistemin eleştirilen tarafı, devletin koruma için çok güçlü hale gelmesinin, ileride ekonomiye müdahale etmesine sebep olabilecek olmasıdır.
Temel olarak bir sınıfın diğer sınıflar üzerinde hakimiyet sağladığı devlet teorisidir. Buna göre toplumun, ekonomik yapısıyla birlikte analiz edilmesi gerekir. Devlet ise sınıf sisteminden doğar ve sınıf sistemine dayanır; sosyal hayatın gerçek dayanağı olan altyapının koşullandırdığı üstyapının vücut bulmuş hâlidir. Kapitalisto sistem bir siyasal araç olarak devleti meydana getirmiştir. Devlet bağımsız bir yapı değildir. Ekonomik iktidara, yani kapitalist sisteme hizmet eder.
Neo-marksistlerden Antonio Gramşi Marx'ın düşüncelerine "hegemonya" kavramını getirmiştir. Burjuvanın hegemonyasında devlet önemli bir araçtır. Bu hegemonya ise sadece ekonomiyle değil, düşünce ve inançları kabul ettirebilmekle ilgilidir.
Kendi kendine hizmet eden ve kendisini geliştiren bir canavar gibidir Leviathan devlet. Bu yaklaşım yeni sağcılara ve neo-liberallere aittir. Onlar için devlet, bireyi kısıtlayan ve ekonomik özgürlüğü tehdit eden; plüralistlerin hakem devlet öngörüsünün aksine her şeye müdahale eden bir 'dadı'dır. Bu yaklaşımın merkezinde, devletin toplumunkinden ayrı çıkarları olduğu düşüncesi yatar. Yeni sağcı düşünürler, devletlerin 20. yüzyıldaki müdahaleci eğilimlerinin sebebinin, kapitalizme denge getirerek sınıf çatışmasını çözmeyi ve istikrarı sağlamak değil, kendi amaçları ve iç dinamikleri olduğunu söyler.
Feministlerin bakış açısıyla ortaya çıkmıştır. Fakat feminizmin sistematik bir devlet teorisi yoktur.
Liberal feministler plüralist devlet görüşünü benimser. Böylece toplumsal cinsiyete ilişkin eşitliğin reformlarla çözebileceğini söylerler. Kadınların oy hakkının olmadığı zamanlarda devletin ataerkil olduğunu ama yine de bu eşitsizliği çözebileceğini kabul ederler. Devlet müdahaleciliği ise bu eşitsizliği çözmede bir araç olarak kullanılabilir.
Radikal feministler devlete karşı olumsuz yaklaşır. Devlet iktidarının ataerkil bir baskıyı yansıttığını düşünürler. Ayrıca marksistlerle radikal feministler arasında belli noktalarda görüş birliği vardır. Her iki grup da devletin kendine özel çıkarları olduğu fikrini reddeder. Fakat marksistler devleti iktisadi bağlamda açıklarken feministler ataerkil aile yapısının neden olduğu toplumsal cinsiyet eşitsizliğiyle açıklar. Feministler için devlet 'erkekler tarafından, erkekler için' yönetilmektedir.
Kadının 'ev hanımı, anne' konumuna indirgendikçe devletin ataerkil yapısı sürmeye devam eder. Devlet, kadınları kamusal alana soksa bile bu eylem 'bakım meslekleri' grubundaki mesleklerle sınırlandığı sürece kadınlar, devlete daha bağımlı hâle gelecektir. Böylece kadınlar yedek emek ordusu olacaktır.[15]