Ermeni Kırımı bugün büyük ilgi gören bir konudur. Önemi toplumun, kültürün ve günlük yaşamın farklı yönleri üzerindeki etkisinde yatmaktadır. Bu makalede, Ermeni Kırımı ile ilgili temel hususları inceleyeceğiz, zaman içindeki gelişimini, farklı alanlardaki sonuçlarını ve aynı zamanda bu alandaki uzmanların görüş ve bakış açılarını analiz edeceğiz. Ermeni Kırımı'e kapsamlı bir bakış sunabilmek için farklı bakış açılarını ele alacağız ve bu konuyla ilgili güncel ve alakalı bilgiler sunacağız.
Bu maddenin tarafsızlığı konusunda kuşkular bulunmaktadır. (Mart 2023) (Bu şablonun nasıl ve ne zaman kaldırılması gerektiğini öğrenin) |
Ermeni Kırımı Ermeni Soykırımı | |
---|---|
Bölge | Osmanlı İmparatorluğu |
Tarih | 1915[not 1] |
Hedef | Ermeniler |
Saldırı türü | |
Ölü | 600.000-1,5 milyon (tartışmalı)[not 2] |
İşleyenler | Osmanlı İmparatorluğu (İttihat ve Terakki), Jön Türkler |
Sebep | Ermeni isyanları |
Mahkemeler |
Ermeni Kırımı,[12] 1915 Olayları/Ermeni Tehciri[13][14] veya Ermeni Soykırımı[15][16] (Ermenice: Հայոց Ցեղասպանութիւն, Hayodz Dzeğasbanutün),[not 3] Osmanlı hükûmetinin Ermenilere karşı gerçekleştirdiği sürgün[12] ve katliamlardır.[17] Etnik temizliğin sonucunda ölen Ermenilerin sayısı tartışmalıdır; sayı, çeşitli araştırmacılara göre 600.000 ile 1,5 milyon arasında değişiklik gösterir.[not 2] 1914 yılında Osmanlı topraklarında yaşayan Ermeni nüfusu hakkında yapılan farklı tahminler mevcuttur. Osmanlı resmî kayıtlarına göre 1.2 milyon[18] ile Ermeni Patrikhanesi'ne göre 1 milyon 914 bin 620[19] Ermeni yaşamaktaydı. 1922 sayımlarına göre ise 817 bin Ermeni 'mülteci' olarak Osmanlı topraklarını terk etmiş, 95 bin Ermeni ise din değiştirerek Türkiye topraklarında yaşamaya devam etmiştir.[20] Bu tahminlere göre Osmanlı topraklarında bulunan 900 bin Ermeni hayatta kalmışken, 300 bin ile 1 milyon arasında Ermeni hayatını kaybetmiştir. Olayların başlangıç tarihi çoğunlukla 250 Ermeni aydının ve komite liderinin Osmanlı yöneticileri tarafından İstanbul'dan Ankara'ya sürüldüğü ve birçoğunun öldürüldüğü 24 Nisan 1915 ile ilişkilendirilmektedir. Ermeni Kırımı, sağlıklı erkek nüfusun toptan öldürülmesi ya da askere alınarak zorla çalıştırılması ve sonrasında kadın, çocuk ve yaşlılarla birlikte ölüm yürüyüşü koşullarında Suriye Çölü'ne sürülmesi gibi olaylarla birlikte I. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında iki aşamada gerçekleşti. Osmanlı askerlerinin koruması eşliğinde yaşadıkları yerlerden sürülen Ermeniler; sürgün sırasında yiyecek ve su sıkıntısı yaşadı; ayrıca çeşitli raporlara göre zaman zaman soygun ve katliamlara maruz kaldı.[21][22][23] Ülke genelindeki Ermeni diasporası, genel anlamda Ermenilerin Doğu Anadolu'dan sürülme işleminin doğrudan bir sonucu olarak ortaya çıktı.[24]
Yapılan katliamların Ermenileri ortadan kaldırmak için düzenli bir şekilde gerçekleştiğini öne süren bazı tarihçiler, ölümleri ilk modern soykırımlardan biri olarak kabul etti.[25][26][27] Ermeni Kırımı, soykırım çalışmaları alanında Holokost'tan sonra üzerinde en çok araştırma yapılan ikinci konu oldu.[28][29]
Osmanlı İmparatorluğu'ndan sonra gelen devlet olan Türkiye Cumhuriyeti, soykırım sözcüğünün Osmanlı yönetiminin son yıllarında gerçekleşen toplu katliamları tanımlamak için doğru terim olmadığını belirterek sözcüğü kullanmayı reddeder. Son yıllarda Türkiye Cumhuriyeti, Ermeni Kırımının bir soykırım olarak tanınmasına yönelik çağrılarla tekrar karşı karşıyadır.[30] 2021 itibarıyla 33 ülke (parlamento ve siyasi organı) tehcirleri resmen soykırım olarak tanımlamıştır[31][32] ve bu görüş birçok soykırım araştırmacısı tarafından da paylaşılır.[33][34][35]
Raphael Lemkin "soykırım" (genocide) terimini, Yunancada "ırk" anlamına gelen genos ve Latincede "katletmek" anlamına gelen cide sözlerini birleştirerek 1943 yılında üretti ve Ermeni katliamlarının da bir soykırım olduğunu şu sözlerle gündeme getirdi: "Soykırım ile ilgilenmeye başladım, çünkü birçok kez gerçekleşti. Önce Ermenilerin başına geldi, ardından da Hitler harekete geçti."[36]
Bahsi geçen toplu katliamların varlığını tamamen yok sayanlar gibi, bu katliamları tanımlamak için doğru kelimenin "soykırım" olmadığını savunanlar da bu terimin siyasi meşruiyetini reddederler. İlk kesimi temsil edenler "Sözde Ermeni Soykırımı", "Ermeni tezleri", "Ermeni iddiaları"[37] ve "Ermeni yalanları"[38] gibi adlandırmaları tercih ederler.
Tarihsel Ermenistan'ın Batı Ermenistan olarak da bilinen batı kısmı Amasya Antlaşması (1555) ile Osmanlı hâkimiyetine girmiş ve Kasr-ı Şirin Antlaşması (1639) ile Doğu Ermenistan'dan kesin bir şekilde ayrılmıştı.[39] Bu bölünmeden sonra zaman zaman bölgeye Osmanlı veya Türk Ermenistanı şeklinde isimler verilmişti.[40] Ermeniler, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki millet sistemi dahilinde yarı özerk bir cemaatti ve büyük çoğunluğu Ermeni Apostolik Kilisesi'nin ruhani liderlerinden olan Kostantiniyye Ermeni Patriği etrafında toplanmıştı. İmparatorluğun başta başkent İstanbul olmak üzere çeşitli batı illerinde geniş Ermeni gruplara rastlansa da Ermeni nüfusun çoğunluğu imparatorluğun doğu illerinde yaşamaktaydı.
Ermeni cemaati üç farklı mezhepten oluşmaktaydı; büyük çoğunluğun bağlı olduğu Ermeni Apostolik Kilisesi'nin yanı sıra Ermeni Katolik ve Ermeni Protestan mezhepleri de mevcuttu. Millet sistemi sayesinde Ermeni cemaatine kendi yönetim sistemi altında (örneğin kilisenin kendi yargı sistemini oluşturması) kendisini idare etme izni verilmişti. Ayrıca bu sistemle birlikte Osmanlı yönetimi Ermeni cemaatinin işlerine oldukça az müdahale etmekteydi. Düzyanları (darphaneciler), Balyanları (saray mimarları) ve Dadyanları (barutçu ve sanayi fabrikası yöneticileri) kapsayan İstanbul merkezli zengin sosyete Amira sınıfı dışındaki Ermeni nüfusun yaklaşık %70'i taşrada tehlikeli koşullar altında fakir bir şekilde yaşamaktaydı.[41][42]
10 Ocak 1828 tarihinden itibaren Katolik ve Gregoryen Ermeniler arasında ihtilaf çıkmıştı. İstanbul Ermeni Patrikliğinin baskısı ve Ermeniler arasında artan iç çatışmaların sonucu olarak Padişah II. Mahmut tarafından çıkartılan bir fermanla, Ankara ve İstanbul'da yaşayan Katolik Ermeniler, Osmanlı sınırlarında bulunan bölgelere zorunlu göçe tabi tutuldular. (II. Mehmed'in Bursa'dan İstanbul'a getirdiği Ermeniler hariç tutulmuştur.) Sürgün esnasında, Katolik Ermeniler Gregoryen Ermeniler tarafından yapılan sıkıntılı muamelelere maruz kalmış, İstanbul'da ve Ankara'da sahip oldukları gayrimenkul ve değerli eşyalara Gregoryen Ermeniler tarafından el konulmuştur. Aynı yıl patlak veren 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı'nda Katolik Ermenilerin Osmanlı yanında yer alarak Ruslara karşı Ahılkelek'teki savunmaya katılmaları, Katolik Ermenilere yönelik olumsuz izlenimi yok etmiş; baskıların azalmasını, sürgünden dönmelerine izin verilmesini sağlamıştır. Bu dönem, Katolik Ermenilerin ayrı bir millet ve kilise olarak tanınmalarına yardımcı olmuştur. 6 Ocak 1830 tarihinde Padişah II. Mahmud tarafından ilan edilen bir fermanla millet olarak tanınan Katolik Ermenilerin kilisesine diğer Katolik azınlıklar da bağlanmıştır.
Ermeni nüfusla ilgili var olan verilerde, Ermeni Patrikhânesi'ne ait rakamlar ile Osmanlı resmî rakamları birbirini tutmamaktadır. Patrikhâneye göre 1882 yılında 1.630.000'i Vilâyat-ı Sitte'de, 280.000'i Kilikya'da ve 135.000'i İstanbul'da olmak üzere imparatorlukta 2.660.000 Ermeni yaşamaktaydı.[43] İmparatorluğun 1882-1893 arası devam eden nüfus sayımlarındaki Atik ile Sicil Vukuat Defterleri, kadın ve erkeklerin birlikte kaydedildiği ilk defterlerdir.[44] 1893'te biten sayıma göre İmparatorluğun 1.001.465 Ermeni vatandaşı bulunmaktadır. 1914 Osmanlı İmparatorluğu nüfus sayımı verilerine göre imparatorluğun 1.173.422 Ermeni vatandaşı bulunmaktadır.
Ermeniler doğu illerinde çeşitli Türk, Zaza ve Kürt gruplara zaman zaman fazla vergi ödemek zorunda kalıyordu. Ayrıca haydutluk ve insan kaçırmalara maruz kalıyor, Müslüman olmaya zorlanıyorlardı. Bunlar yaşanırken merkezî ya da yerel devlet makamları, Ermenileri korumak için harekete geçmiyordu.[42] Müslüman ülkelerde uygulanan zimmi sistemine uygun olarak Osmanlı İmparatorluğu'nda da Hristiyan ve Yahudilerin bazı özgürlükleri kısıtlanıyordu. İmparatorluğun zimmî sistemi büyük ölçüde Ömer Paktı örnek alınarak oluşturulmuştu. Devlet gayrimüslimlerin mülk edinme, yaşama ve ibadet etme özgürlüklerini koruyordu ancak özünde ikinci sınıf vatandaş statüsüne düşmelerini sağlıyordu. Örneğin gayrimüslimleri küçük düşürücü bir şekilde tanımlamak için gâvur sözcüğünü kullanıyordu. Ömer Paktı kapsamında gayrimüslimlerin yeni ibadet alanları inşa etmesi yasaklansa da bu yasağa Osmanlı İmparatorluğu'nun her bölgesinde uyulmadı. Bazı yerlere ibadethane inşa edilmesinin önüne geçilse de bazı bölgelerde yeni ibadet yapılarının ortaya çıkışı görmezden gelindi. Dini azınlık mahallelerinin oluşumu ile ilgili herhangi bir yasa bulunmamasına rağmen ibadet yeri oluşturma engeli yüzünden gayrimüslim halk, var olan tapınaklara yakın yerlerde toplanıp yaşamaya başladı.[45][46]
Diğer yasal sınırlamalara ek olarak, Hristiyanlar birçok alanda Müslümanlara eşit sayılmamış ve çeşitli yasaklara maruz kalmışlardır. Örneğin bir Müslüman yargılanırken Hristiyan ve Yahudilerin tanıklığı mahkemeler tarafından kabul edilmiyor; tanıklıkları ancak ticari davalarda geçerli oluyordu. Gayrimüslimlerin silah taşıması, deveye ve ata binmesi yasaktı. Evlerinin Müslümanlarınkinden yüksek olmaması gerekiyordu. Ayrıca bazı dini uygulamaları kısıtlanmıştı; örneğin kiliselerin çan çalması kesinlikle yasaktı.[45][47]
19. yüzyılın ortalarında üç büyük Avrupalı güç olan Büyük Britanya, Fransa ve Rusya, Osmanlı'daki Hristiyan azınlıkların durumunu sık sık gündeme getirir oldu ve azınlıklara Müslümanlarla eşit haklar verilmesi için yönetime baskı yapmaya başladı. 1839'dan anayasanın ilan edildiği 1876'ya kadar göreve gelen Tanzimat dönemi Osmanlı hükûmetleri, azınlık haklarını iyileştirmeyi amaçlayan bir dizi ıslahat yaptı. Ancak imparatorluğun Müslüman nüfusu Hristiyanlarla eşit statülere sahip olmayı reddedince ıslahatların çoğu hiçbir zaman uygulamaya geçemedi. 1870'lerin sonunda Rumlar ve Balkanlardaki çeşitli Hristiyan milletleri Osmanlı yönetimini istemiyorlardı ve zayıf durumdaki Osmanlı'dan ayrılmak için büyük güçlerden yardım alıyorlardı.[48]:192[49]
Diğer Hristiyan toplulukların ayrılıkçı hareketlerini sürdürdüğü yıllarda Ermenilerin büyük çoğunluğunda böyle bir girişim gözlemlenmemişti ve bu yüzden Millet-i Sadıka yani "sadık millet" şeklinde anılıyorlardı.[50] 1860'ların ortalarında ve 1870'lerin başlarında Ermeni toplumundaki bu pasiflik yerini yeni düşünce akımlarına bıraktı. Avrupa üniversitelerinde ya da imparatorluktaki Amerikan misyoner okullarında eğitim gören aydınların öncülüğünde Ermeniler, ikinci sınıf vatandaş statülerini sorgulamaya ve Osmanlı yönetiminden daha iyi bir muamele görmek için çeşitli yöntemlerle baskı uygulamaya başladı. Böyle bir zamanda Ermeni Cemaati Konseyi, Batı Ermenistan'daki köylülerin imzalarını toplayarak Osmanlı hükûmetine bir dilekçe yazdı. Bu dilekçede "Ermeni kasabalarında Kürtler ve Çerkesler tarafından yapılan yağma ve işlenen cinayetler, vergi toplanmasında usulsüzlükler, hükûmet yetkililerinin cezaî davranışları ve Hristiyanların mahkemelerdeki şahitliğinin kabul edilmemesi" konularındaki mağduriyetlerin giderilmesi talep edildi. Osmanlı yönetimi bu şikâyetleri kabul ederek sorumluların cezalandırılacağının sözünü verdi ancak tam anlamıyla herhangi bir adım atmadı.[47]:36
Özellikle Bosna Hersek, Bulgaristan ve Sırbistan'dakiler olmak üzere Büyük Doğu Buhranı sırasında Hristiyan halklar tarafından çıkarılan ayaklanmaların Osmanlı yönetimi tarafından şiddet kullanarak bastırılması sonucunda Birleşik Krallık ve Fransa, 1856 Paris Antlaşması'nın kendilerine Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Hristiyan azınlıkları koruma ve olaylara müdahale hakkı verdiğini hatırlattı.[47]:35vd Bu devletlerin bu yöndeki baskısı iyice artarken Sultan II. Abdülhamid, kısa süreliğine anayasa ilan edip meclis açarak meşruti monarşiye geçti ve Büyük Güçler ile görüşmelere başladı. Aynı sıralarda Kostantiniyye Ermeni Patriği II. Nerses, Ermenilerin "topraklara el konulması ... kadın ve çocuklara dinden dönme baskısı, kundaklama, şantaj, tecavüz ve cinayet" gibi olaylar yüzünden oluşan şikayetlerini Büyük Güçler'e iletti.[47]:37
1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı, Rusya'nın kesin zaferiyle sona erdi ve Rus ordusu Osmanlı'nın doğu topraklarının büyük bölümünü işgal etti. Bu işgal, doğudaki Ermeni köylerinde Osmanlı yöneticileri tarafından gerçekleştirilen katliamların öncesine denk gelmekteydi. Bu olayların arefesinde Patrik Nerses ve elçileri, Ermenilere yerel özerklik verilen bir maddenin 3 Mart 1878'de imzalanacak olan Ayastefanos Antlaşması'na eklenmesi yönündeki isteklerini Rus liderlere sundu. Ruslar maddenin eklenmesine sıcak bakarak konuyu gündeme taşıdı, ancak madde Osmanlılar tarafından görüşmelerde kesin bir şekilde reddedildi. Bunun üzerine iki taraf da Bâb-ı Âli'nin yoğun Ermeni nüfuslu illerde şartları iyileştirecek ıslahatlar yapması üzerinde anlaşmaya vardı ve Rusya ıslahatların garantörü oldu.[51] Durum antlaşmaya 16. Madde olarak geçti ve böylece sonradan Ermeni Sorunu olarak adlandırılacak mesele ilk kez Avrupa diplomasisinde gündeme geldi.
Antlaşmanın bir kopyasını aldıktan sonra Britanya, antlaşmayı beğenmeyerek özellikle bölgeyi Rusya'nın etkisine fazlasıyla açan 16. maddeye itiraz etti. Ardından antlaşmayı yeniden gözden geçirip tartışmak için hızlı bir şekilde Haziran-Temmuz 1878'de Berlin Kongresi düzenlendi.[not 4] Patrik Nerses, Ermeniler adına konuşmaları için kongreye Başpiskopos Hrimyan Hayrik liderliğinde bir heyet gönderdi. Ancak herhangi bir ülkeyi temsil etmediği gerekçesiyle heyetin kongredeki oturumlara katılması kabul edilmedi. Yine de heyetin üyeleri, Büyük Güçler'in temsilcileriyle iletişime geçip Osmanlı İmparatorluğu içinde Ermenilere idari özerklik verilmesini tartışmak için çeşitli girişimlerde bulundu.
Osmanlı temsilcileri ile ortak bir noktaya varılmasının ardından Britanya, 16. Madde'nin hafifletilmiş yeni bir sürümünü hazırladı. Maddede bahsedilen illerde ıslahat yapılması hükmü aynen kaldı ancak Rus müdahalesiyle ilgili kısımlar kaldırılarak ıslahatların garantörlüğü daha fazla ülkeye bölüştürüldü. Büyük Güçler'in gözetimine dair muğlak bir ifade içeren yeni madde, Rusya'nın garantörlüğünü somut olarak kaldırmakta ya da dengelemekte başarısız oldu. Böylece ıslahatların zamanlaması ve uygulanması Bâb-ı Âli'nin eline kalmış oldu.[47]:38-39 Yeni madde, kongrenin son gününde kabul edilerek eski antlaşma yerine imzalanan Berlin Antlaşması'nda 61. Madde olarak kendine yer buldu ve talepleri karşılanmayan Ermeni heyetini hayal kırıklığına uğrattı.
1878 Berlin Antlaşması'nın imzalanmasından sonra ıslahatların yapılması için oluşan beklentiler, Ermeni illerinde gidişatın daha da kötüleşerek şiddet olaylarının artması yüzünden hızla unutulup gitti. Olayların gidişatıyla ilgili artan kaygılar, Avrupa ve Rusya'da yaşayan Ermeni aydınlarının siyasi partiler ve topluluklar kurmasına yol açtı. Bu parti ve topluluklar, Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşayan Ermenilerin her bakımdan daha iyi şartlara sahip olması amacıyla kuruldu. 19. yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde Ermeni aydınlarının bu hareketi üç parti etrafında yoğunlaştı: Etkisi Van çevresi ile sınırlı kalan Armenakan, Sosyal Demokrat Hınçak Partisi ve Ermeni Devrimci Federasyonu (Taşnaksutyun). İdeoloji farklılıkları bir kenara bırakıldığında tüm partilerin ortak hedefi meşru müdafaa yoluyla Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Ermenilere daha iyi şartlar sağlamaktı. Ayrıca partiler Avrupalıların ıslahatlar konusunda Osmanlı yönetimine daha fazla baskı yapmasını destekliyordu.[53]
Berlin Antlaşması'nın imzalanmasının hemen ardından Sultan II. Abdülhamid (1876–1909), Ermenilerin imparatorluktaki hiçbir ilde çoğunluğu oluşturamadığını ve düzenlenen hak ihlali raporlarının abartılmış ya da yanlış olduğunu ileri sürerek ıslahat hükümlerinin uygulanmasının önüne geçti. 1890'da çoğunlukla Kürt çetelerini birleştirerek Hamidiye Alayları'nı ortaya çıkardı ve alaylar "istedikleri gibi Ermenilerle uğraşmaları" için görevlendirildi.[46]:40 Genellikle aşırı vergi tahsisi yüzünden Osmanlı yöneticilerinin provokasyonuyla Ermeni nüfuslu yerlerde çıkan ayaklanmalar (örneğin 1894'te Sason ve 1895-96'daki Zeytun İsyanı), Hamidiye Alayları tarafından baskı ve katliam yoluyla bastırıldı. Bazı durumlarda Ermeniler alaylara karşı üstün geldi ve 1895'te olaylar Büyük Güçler'in fazlasıyla dikkatini çekti. Sonuç olarak Bâb-ı Âli, katliamlar yüzünden kınandı.[47]:40-42
Ekim 1895'te Büyük Güçler, Berlin Antlaşması'na benzer şekilde, Hamidiye Alayları'nın yetkilerini kısıtlamak için tasarladıkları yeni bir ıslahat paketini imzalatmak için Abdülhamid'i baskı uygulasa da bu başarıya ulaşamadı. 1 Ekim 1905'te 2 bin Ermeni, ıslahatların uygulanması için dilekçe vermek amacıyla Kostantiniyye'de bir araya geldi ancak Osmanlı inzibat birlikleri mitingi şiddet uygulayarak dağıttı.[46]:57-58 Kısa bir süre sonra Kostantiniyye'de Ermenilere yönelik şiddet olayları patlak verdi ve Ermeni nüfusun çok olduğu Bitlis, Diyarbekir, Erzurum, Harput, Sivas, Trabzon ve Van illerinde katliamlar yaşandı. Hamidiye katliamları olarak adlandırılan bu pogromlar serisinde ölen Ermeni sayısı kaynaklara göre farklılık gösterse de Avrupalı araştırmacılar sayının 88.000 ile 325.000 arasında olduğunu öne sürer.[55][47][56]
Abdülhamid, Ermenilerin katledilmesine dair hiçbir zaman doğrudan emir vermese de bazı araştırmacılar padişahın dillendirilmeyen desteğinin olaylarda var olduğunu belirtmektedir.[47]:42 Katliamlar karşısında Avrupa devletlerinin sessizliğine öfkelenen Ermeni Devrimci Federasyonu, Avrupa sermayeli Osmanlı Bankası'nı 26 Ağustos 1896'da bastı. Osmanlı Bankası Baskını olarak bilinen olayda hem Ermeni militanlar hem de Osmanlı askerleri dahil 10 kişi, baskından sonra İstanbul'da başlayan etnik şiddet sırasında ise çoğu Ermeni 6.000 sivil öldü.[57] Baskın Avrupa kamuoyunda Ermenilere yönelik sempati uyandırarak övgü topladı. Avrupa ve ABD'de çıkan çeşitli gazetelerde Abdülhamid eleştirilerek "büyük katil" ve "kızıl sultan" şekilde adlandırıldı.[46]:35, 115 Büyük Güçler, yeni ıslahatları yürürlüğe koyma sözü verse de çatışan siyasi ve ekonomik çıkarlar nedeniyle bu söz hiçbir zaman yerine getirilmedi.
24 Temmuz 1908'de Selanik merkezli Üçüncü Ordu subayları, II. Abdülhamid'e darbe yaparak Hamid'in devlet üzerindeki mutlak otoritesine son verdi ve anayasa tekrar ilan edilerek otuz yıl önce tatil edilen meclis tekrar açıldı. Ermeniler, anayasanın ilanını eşitlik taleplerinin sağlanması konusunda bir umut olarak yorumladı. Darbeyi yapan subaylar, çökmekte olduğu anlaşılan devletin yönetiminde ıslahatlar yapmayı ve onu modernleştirerek Avrupa standartlarına ulaştırmayı amaçlayan Jön Türk hareketine bağlıydı.[58] 1902'de Jön Türklerin Paris'te düzenlediği bir kongre sırasında hareketin liberal kanadının başları Prens Sabahaddin ve Ahmed Rıza Bey, imparatorluğun tüm azınlıklara bazı yeni haklar tanımasının kendi amaçları açısından da gerekli olduğuna milliyetçi kanadı kısmen de olsa ikna etmişti.
Jön Türk hareketi içinde gizli faaliyet yürüten sayısız devrimci örgütlenme vardı ve bunlardan birinin adı İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) idi. Yönetime muhalif subayların üye olduğu Selanik merkezli İttihat ve Terakki, merkezî yönetime karşı yapılan bazı isyan hareketlerinin arkasında yer alıyordu. Ek olarak 1908'de Üçüncü Ordu ve İkinci Ordu Birlikleri'ne bağlı kişiler de Sultan II. Abdülhamid'e karşı olduklarını ilan etmişlerdi. Bu muhalif asker dalgası yüzünden Abdülhamid'in otoritesinin sarsılışı imparatorlukta yaşayıp baskı gören Arapları, Bulgarları, Ermenileri, Rumları, Süryanileri ve Türkleri sevindirmişti.[46]:143-44
1909 başlarında gerçekleşen karşı darbe, 13 Nisan 1909'da 31 Mart Vakası ile sonuçlandı. İslamcı ilahiyat öğrencilerinin ve softaların desteğiyle ayaklanan bazı Osmanlı askerî güçleri bu karşı darbe sonucunda, ülkeyi padişahın ve şeriatın kontrolü altına döndürmeyi amaçlamıştı. Ayaklanan Osmanlı askerî güçleri ile İttihat ve Terakki arasında patlak veren kargaşa ve çatışmalar, İttihatçıların ayaklanmayı kontrol altına alıp karşıt liderleri askerî mahkemelerde yargılamasına kadar devam etti.
Şeriatçı ayaklanma başta Jön Türk hükûmetini hedef alsa da, daha sonradan anayasanın yeniden yapılandırılmasında desteği olduğu varsayılan Ermenilere karşı bir pogroma dönüşerek Adana'da yayıldı.[47]:68-69 Adana Katliamı olarak adlandırılan bu olayda tahminlere göre 15.000 ile 30.000 arasında Ermeni öldürüldü.[47]:69[59]
1912'de patlak veren Birinci Balkan Savaşı, Osmanlı İmparatorluğu'nun yenilgisiyle ve Avrupa topraklarının %85'inin kaybıyla sonuçlandı. İmparatorluktaki birçok insan yenilgiyi "Bir araya gelmeyi bilmeyen bir millete Allah'ın verdiği ilahi ceza" olarak yorumladı.[47]:84 Bu olay üzerine ülkedeki Türk milliyetçisi hareketi, Anadolu'yu yavaş yavaş son sığınak olarak görmeye başladı. Ermeni nüfus ise burada önemli bir azınlığı oluşturmaktaydı.
Yaşadıkları ülkelerin Osmanlı'dan bağımsızlık kazanmasından sonra ve özellikle Balkan Savaşları sırasında ve sonrasında, Balkanlar'da yaşayan birçok Müslüman katledilirken yüz binlercesi yaşadıkları yerlerden kovuldu ve mülteci durumuna düşüp Anadolu'ya yerleştiler. Bu mülteciler muhacir olarak adlandırılıyordu.[60] Rus-Türk savaşları ve Balkanlardaki çatışmalar yüzünden 19. yüzyılın ortalarından itibaren yüz binlerce Türk, Çerkes ve Çeçen; Çerkes Soykırımı gibi kendilerine karşı gerçekleştirilen katliamlar yüzünden Kafkaslardan ve Rumeli'den Anadolu'ya kaçtı ve diğer bir çoğu sınır dışı edildi. Paul Henze'ye göre Çerkes Soykırımı'nın gerçekleştirilmesi ve Rusya'nın Çerkesleri etnik bölgelerinden sürme konusundaki başarısı, Osmanlı'ya Ermeni Kırımı'nı gerçekleştirmesi için ilham verdi.[61]
İmparatorluğun Müslüman kesimi, zulmü gören bu mülteciler yüzünden öfkeli bir hâle büründü. O sıralar Kostantiniyye'de yayımlanan bir dergi, havayı şöyle yansıttı: "Bu bir uyarı ... Ey Müslümanlar, rahatlamayın! İntikam almadan kanınızın soğumasına izin vermeyin!"[47]:86 850.000 civarındaki Müslüman sığınmacı, Osmanlı'da Ermenilerin yaşadığı yerlere yerleştirildi.[kaynak belirtilmeli] Tarihçi Taner Akçam'a ve diğer tarihçilere göre muhacirler, Hristiyan komşularıyla iyi anlaşmayı kabul etmeyerek Ermeni katliamları ve Ermeni mülklerine el koyulması sırasında önemli bir rol oynadılar.[47]:86-87
Osmanlı İmparatorluğu, 2 Kasım 1914'te İtilaf Devletleri'ne karşı İttifak Devletleri'nin yanında I. Dünya Savaşı'na dahil olarak savaşın Orta Doğu cephesini de açmış oldu. Kafkasya Cephesi, İran Cephesi ve Çanakkale Cephesi'nde meydana gelen çatışmalar Ermeni nüfuslu bazı şehirleri de etkiledi. Savaşa girmeden önce İttihat ve Terakki hükûmeti, Erzurum Ermeni Kongresi'ne özel bir heyet göndererek Ermenilere çeşitli taleplerini iletti. Bu kongrede, Kafkasya Cephesi açıldığında Rusya Ermenilerinin Rus ordusuna karşı ayaklanarak Güney Kafkasya'nın Osmanlı tarafından ele geçirilmesini kolaylaştırmaları istendi.[47]:136[62] 24 Aralık 1914'te Harbiye Nazırı Enver Paşa, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'nda imparatorluğun kaybettiği bölgelere yeniden sahip olmak için Rusya'nın Kafkas Ordusu'nu Sarıkamış'ta kuşatıp yok etmeyi amaçlayan planını uygulamaya koydu. Ancak Osmanlı kuvvetleri muharebede bozguna uğratılarak neredeyse tamamen yok edildi. İstanbul'a döndüğünde Enver Paşa, muharebenin bölgedeki Ermenilerin Rusların yanında yer alması yüzünden kaybedildiğini ilan ederek Ermenileri suçladı.[46]:200 Bunların yanı sıra Kasım 1914'te şeyhülislamın Hristiyanlara karşı cihat ilan etmesi de bazı milliyetçi kesimleri Ermenilere karşı kışkırttı.[63]
1914'ün Ağustos ayından beri Anadolu'nun doğu sınırlarına yer yer saldırılar gerçekleştiren Rus birlikleri, Osmanlı'nın Sarıkamış mağlubiyeti sonucu askerî eylemlerinin dozunu arttırmıştır. Doğu illerinin Rusya tarafından istilası esnasında karışıklık çıkartmak için teşvik edilen ve bölgede faaliyet gösteren Batılı misyonerlerce de desteklenen Rum ve Ermeni unsurlardan oluşan bir takım çeteler hırsızlık ve öldürme gibi faaliyetlerde bulunurlar.[64] Ermeni ve Rum komitacıları, sonralardan İngiliz subayları ile bazı Amerikan memurlarının suskunluklarından kuvvet alırlar, hatta bazı memurlar tarafından da direkt olarak maddi olarak desteklenirler.[64] 1860'lardan beri çeşitli siyasi ve silahlı girişimler içerisinde olan bu Ermeni unsurlar yaşanan gelişmeler ile siyasi kimliklerine güç kazandırır ve itilaf devletlerince daha fazla destek alırlar. Bu süreçte bölgedeki etnik unsurlar arasındaki çatışma ve çekişmeler de hız kazanır.[65][66]
Kafkas sınırlarında, Ermeni köylerine, siyasi ve dini liderlere yönelik saldırılar ve katliamlar 1914 Eylül ayında tekrar tırmanışa geçer. İtilaf devletlerince silahlandırılan Ermenilere karşı Erzurum'da Bahattin Şakir'in kurduğu çetelere Hasan İzzet Paşa'nın emriyle 9. Kolordu'ya bağlı birliklerden subay ve Erzurum'dan ise gençler verilir.[67][68] Almanya'nın Erzurum Konsolosu'nun raporuna göre, İzzet Paşa'nın birlikleri Ermeni köylerine baskın, öldürme ve soygun girişimleri gerçekleştirmiştir.[69] Benzer şekilde o dönemin savaş tarihçilerinden olan Fransız Gaston Gaillard, Ermenilerin bölgede yaşayan Müslüman Türk ve Kürtlere karşı düzenli saldırılar gerçekleştirdiğini belirtir.[70] Savaş çıktıktan sonra Ermeni gönüllülerinin bir kısmı milis (veya çete) gücü olarak dağlara çıkar, bir kısmı da gönüllü olarak Rus Ordusu'na Ermeni Gönüllü Tugayları'na katılır.[71] Rusların da desteğini alan Ermeniler, Van ve diğer doğu illerinde özellikle müslüman sivil Türklere ve Osmanlı devlet kurumlarına karşı saldırılar düzenler, devlet kurumlarını bombalar.[70][72]
Ermeni milis ve gönüllülerinin neden olduğu Osmanlı asker ve sivil kaybı sayısı konusunda farklı görüşler vardır.[73] Tam rakam bilinmese de Bitlis ve Van civarında 300 bin ila 400 bin Müslüman Kürt'ün, toplamda ise yaklaşık 500 ila 600 bin Müslüman Türk ve Kürt'ün öldürüldüğü düşünülmektedir.[72][74] Lozan Görüşmeleri'nde İngiliz Avam Kamarası üyesi T. P. O'Connor; yaklaşık 200 bin Ermeni gönüllünün itilaf devletleri safında Osmanlı'ya karşı savaşırken öldüğünü ifade etmiştir.[66]
25 Şubat 1915'te Osmanlı Genelkurmayı, Harbiye Nazırı Enver Paşa tarafından "güvenlik ve önlemleri artırmak" amacıyla hazırlanarak Osmanlı kuvvetlerinde görev yapan tüm etnik Ermenilerin görevlerinden uzaklaştırılması ve terhis edilmeleri emrini veren 8682 sayılı emri yayımladı. Görevden uzaklaştırılan kişiler silahsız bir şekilde Amele Taburları'na yollandılar. Emirde Ermeni Patrikhanesi, devlet sırlarını Ruslara açıklamakla suçlandı. Enver Paşa, bu kararın "Ermenilerin Ruslar ile iş birliği yapacağına dair kaygı" üzerine çıktığını ifade etti.[75] Normalde Osmanlı Ordusu, yalnızca 20 ile 45 yaş arasındaki gayrimüslim erkekleri düzenli orduya alıyordu. Daha genç (15-20) veya daha yaşlı (45-60) gayrimüslim erkekler ise her zaman Amele Taburları'nda ücretsiz emekle yol yapımı vb. işlerde lojistik destek olarak yer almışlardı. Şubat'tan önce ise bazı Ermeniler hamal olarak kullanılmıştı ancak sonraları idam edilmişlerdi.[76] Ermeni askerlerin görevden uzaklaştırılması ile silahsız lojistik taburları, sonradan gerçekleşecek kırımın önemli bir habercisi olarak nitelendirilir. Andonyan Belgeleri'nin aktardığına göre bu taburlarda Ermenilerin idam edilmesi, İttihat ve Terakki'nin önceden planlanmış stratejisinin bir parçasıydı. Bu Ermeni acemi birliklerinin ortadan kaldırılması sonradan yerli Türk çeteleri tarafından gerçekleştirildi.[46]:178
Kafkasya'da Teşkilât-ı Mahsusa üniteleri ile birlikte görevde bulunan ve bunları caniler olarak tanımlayan, Alman subay Louis Mosel bölgede görev yapan Jön Türk komitesine bunların işten el çektirilmesi talebinde bulunur. Van civarında görevli olan Alman subay Friedrich-Werner von der Schulenburg[77] ve Büyükelçi Hans von Wangenheim komitenin bölgedeki eylemlerine son verilmesi için gayret ederler.[78][79] 19 Nisan'dan itibaren Van İsyanı başlar. Ermenilerin isyanı sonrasında Mayıs ayı içinde Rus birlikleri kenti ele geçirirler.[80] Bu dönemde Van çevresinde 250 bin kadar Ermeni toplanır.[80] Ağustos ayı içinde Osmanlı Devleti'nin Van'ı bir süreliğine ele geçirmesine rağmen, Rus ve Ermeni kuvvetleri şehri tekrar geri alırlar.[80] Ve 18 Nisan'da Bitlis İsyanı yaşanır.[80]
1914'e gelindiğinde Osmanlı yöneticileri, imparatorlukta yaşayan Ermenilerin devlet güvenliğini tehdit ettiğine dair açıklamalar yapmaya çoktan başlamıştı. Bir Osmanlı deniz subayı tarafından bu durum şu şekilde kaleme alınmıştı:[81]
İstanbul'da bu muazzam cinayeti haklı göstermek için lazım gelen propagandalar hazırlanmıştı: Ermeniler düşmanla ittifak etmişler, İstanbul'da isyan çıkaracaklar, İttihad rüesasını öldürecekler, boğazı açmaya muvaffak olacaklar .
Ermenilerin Kızıl Pazar (Ermenice: Կարմիր Կիրակի Garmir Giragi) olarak adlandırdığı 23-24 Nisan 1915 gecesinde Osmanlı hükûmeti, başkent İstanbul'da yaşayan yaklaşık 250 Ermeni aydın ve komite liderinin il genelindeki çeşitli yerlerde toplanmasını ve derhal tutuklanmasını emretti. Bu kişiler daha sonra Ayaş ve Çankırı'daki iki toplama merkezine gönderildi.[46]:211-12 Bu tarih Çanakkale'de İttifak Devletleri'nin boğazı geçerek başkente ulaşmak için Şubat ve Mart 1915'te giriştikleri başarısız deniz harekâtlarının hemen sonrasına denk düşmekteydi.
24 Nisan tutuklamalarından dönen az sayıdaki Ermeni lider haricindekiler 29 Mayıs 1915'te Tehcir Kanunu'nun meclisten geçmesinin ardından zorla göç ettirildi ya da öldürüldü.[82][83] 24 Nisan tarihi günümüzde dünya genelindeki Ermeniler tarafından Ermeni Soykırımı'nı Anma Günü olarak anılmaktadır.
27 Mayıs 1915'te çıkarılan “Tehcir Kanunu” Kanun-ı Muvakkat (geçici yasa) ile, yerel mülki ve askerî yöneticilere, uygun görecekleri kişileri geçici olarak başka vilayetlere nakletme yetkisi verilir.[80] 30 Mayıs günü Meclis-i Vükelâ (Bakanlar Kurulu) kararıyla tehcir süresiz hale getirilir.
10 Haziran'da “Ermenilere Ait Mal, Mülk ve Arazilere Uygulanacak İdare Hakkında Yönetmelik” bir kararname ile nakledilen kişilerin gayrimenkul varlıklarının nasıl tasarruf edileceği belirlenir.[85] Ermenilerin boşalttığı yerler muhacirlere verilecek, buna karşılık Ermeniler'e mal ve mülklerine karşılık benzerleri yerleştirme bölgelerinde verilecekti.[80]
Türk Tarih Kurumu eski başkanı Yusuf Halaçoğlu'ca Osmanlı arşivlerine dayanan rakamlara göre, 413.067[86] Ermeni tehcire tabi tutulmuştur.
Ancak bu rakam, tehcir arşivleri ellerinde bulunmayan kimi kurumlarca bunlara kendi imkanları ile göç eden Ermeniler eklenerek farklı rakamlar verile gelmiştir.
Encyclopedia Britannica, İngiliz Yabancı İşler Dairesi Yetkilisi Arnold J. Toynbee'nin 1.000.000-1.200.000 Ermeni'nin tehcire tabi tutulduğunu ve bunlardan 600.000'inin hayatını kaybettiğini söylediğini aktarmaktadır.[87]
Tehcire tabi tutulanlar ABD resmî kaynaklarına göre 486.000[88][birincil olmayan kaynak gerekli], Catholic Encyclopedia'ya göre 600.000,[89] Salahi Sonyel'e göre ise 700.000[90] olarak tahmin edilmektedir.
Bu dönemde Yakın Doğu Amerikan Yardım Heyeti (İngilizce: American Committee for Relief in the Near East-ACRNE) tehcire tabi olanlara Eset Paşanın onayıyla göç bölgelerinde yardımda bulunmuştur. Yakın Doğu Amerikan Yardım Heyeti ismini 1918'den sonra almış olan Ermenilere ve Süryanilere Amerikan Yardım Heyeti adı altında başlayan ve kısaca Yakın Doğu Yardımı (Near East Relief) olarak bilinen ve I. Dünya Savaşı sırasında kurulan bir yardım organizasyonu idi.
İstanbul, İzmir, Kütahya, Balıkesir gibi güvenlik sorunu olmayan bölgelerde göç uygulanmayacaktır.[91][92][93] Karar ve yönetmeliklerde güvenilir, sanatkâr ve ticaret erbabı olan ve kadın, kimsesiz çocuk ve yaşlılar tehcire tutulmayacaklardır.[94] Uygulanması emredilen Ereğli’de ise Müslümanlar karşı çıkarlar ve büyük oranda yerlerinde kalacaklardır. Ne var ki Ereğli'den techir edilenler olacak ve bunlar “ayrılıkçı” olarak adlandırılacaklardır. Tehcir kanunun bir başka dikkat çeken yönü ise Müslüman evlerinin aranmasını içermemesidir. Bunun sayesine Anadolu'nun birçok kentinde Müslüman komşularının sakladıkları Ermeniler de tehcire tabi tutulmayacaklardır.[95]
Anadolu'da kendi imkanlarıyla göç yerlerinden ayrılanlar serbestçe yer değiştirirler ve bunlar arasında Anadolu’dan İstanbul'a gelen tahminlere göre yaklaşık 15.000 Ermeni İstanbul Ermenilerinin evlerinde yerleşir. Arşavir Şiraciyan İstanbul'da saklananların büyük çoğunluğunu genç erkekler oluşturduğunu, komitacı olduklarını ve silahlarının bulunduğunu yazmıştır.[96]
Mardin ve Diyarbakır bölgesindeki Süryaniler ile Hakkâri'deki Nasturiler'in bir kısmı karara aykırı bir şekilde tehcire tabi tutulmuştur. Diyarbakır'da Ermeniler ve diğer Hristiyan ahaliden yaklaşık 2.000 kişi öldürüldüğünde ise Osmanlı hükûmeti, Ermeniler için uygulanan inzibat tedbirlerinin (Akçam'ın kitabında öldürme eylemleri[97]) diğer hristiyanlar için uygulanmaması gerektiğini hatırlatan telgraf çekmiştir.[98][99]
Bunu izleyen aylarda Anadolu'nun Ermeni nüfusunun büyük bir kısmı kafileler şeklinde yola çıkarılarak, bölgedeki varlık mücadelesinin zorlukları nedeniyle çatışmalardan arık bulunan nadir Osmanlı toprakları arasına giren, Suriye Çölü'ndeki Deyrizor'da kurulan toplama kamplarına sevk edilir.[kaynak belirtilmeli] Kafilelere katılanların önemli bir bölümü yolda ölür veya öldürülür. 4 Ağustos'ta yayımlanan bir hükûmet emriyle Katolik ve Protestan Ermenilerin sevki durdurulsa da bu emrin bir etkisi olmaz.
Türk Tarih Kurumu eski başkanı Yusuf Halaçoğlu'nun Osmanlı Arşivlerine dayanan rakamlarında, bölgedeki çetelerin saldırısı, hastalık vb. durumlarla toplam 56.610 Ermeni'nin öldüğü aktarılmaktadır.[100]
Tehcire tabi tutulan kimselerin mecliste, 1919 senesinden itibaren tekrar iskan edilmesi kararı alınır ve uygulamalar sonucuna, mahfuz arşivlere göre, 277.000 civarında Ermeni tekrar memleketlerine yerleştirilmiştir.[101][birincil olmayan kaynak gerekli]
I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı, Teşkîlât-ı Mahsûsa adlı özel birlikler kullanılır ve bunlar bu iş için planlanmış gizli birimler (Special Organization) tarafından yapılır.[102] Osmanlı Devleti'nin gizli servisi olan organizasyon İngiliz elçisi Canning Startfort'un (Civinis Efendi) önerileri ile kurulmuş olan düzensiz bir harb birimidir.[103] 17 Kasım 1913 tarihinde Enver Paşa idaresinde ve örgütlenmeden ise Süleyman Askerî sorumluluğunda kurulmuştur.[104] Teşkilât-ı Mahsusa birliklerinin insan kaynakları Kürt aşiretleri, mahkûmlar ve Kafkas ve Rumeli Göçmenlerinden oluşmaktadır.[105][106]
Tehcir Kanunu, sınır dışı edilen Ermenilerin mülkleri ile ilgili bazı tedbirler uygulamaya koydu. 13 Eylül 1915'te Osmanlı meclisinden geçen "Geçiçi Müsadere ve Kamulaştırma Kanunu" ile birlikte "Emvâl-i Metruke" yani terk edilmiş mallar olarak tanımlanan araziler, çiftlik hayvanları ve evler dahil olmak üzere Ermenilere ait tüm mallara Osmanlı yönetimi tarafından el konuldu.[48]:224 Meclis-i Mebusan Reisi Ahmed Rıza bu kanunu kınayarak şunları söyledi:
Kanununun bahsettiği emvali de Emvâl-i Metruke diye tavsif etmek de kanunî bir şey değil. Çünkü, bu emvalin sahibi olan Ermeniler, mallarını isteyerek terk etmemişler, onlar yerlerinde teb'îd edilmiş, zorla, cebir ile çıkarılmış. Hükümet, onların mallarını, memurları vasıtasıyla sattırıyor. ... Eğer bu memlekette Kanun-u Esasi ve Meşrutiyet varsa bu olamaz, bu bir zulümdür. Beni kolumdan tut, köyümden dışarı at, malımı mülkümü de sonra sat, bu hiçbir vakitte caiz değildir. Bunu ne Osmanlı vicdanı kabul eder ne de kanun.[107]
1919 Paris Barış Konferansı sırasında bir Ermeni heyeti, yalnızca Ermeni kilisesinin uğradığı $3.7 milyar (2024 enflasyon oranları ile yaklaşık $546 milyar) maddi zarara ilişkin bildirimde bulundu.[109] Ermeni cemaati daha sonra Osmanlı yönetimi tarafından el konulan mülk ve malların iadesine ilişkin ek bir talep sundu. Ermeni heyeti tarafından Yüksek Kurul'a sunulan ve Ermeni cemaatinin dini liderleri tarafından hazırlanan ortak bir beyanname, Osmanlı hükûmetinin 2.000 kilise ile 200 manastırı yıktığını ve Ermeni mallarının başkalarına verilmesi için yasal zemin oluşturduğunu iddia etti. Beyanname, Türk ve Rus Ermenistanı'ndaki kişisel mülk ve varlıkların toplam zararıyla ilgili mali bir değerlendirme de sunarak bu zararın sırasıyla 14.598.510.000 ve 4.532.472.000 frank (2024 enflasyon oranları ile yaklaşık $354 milyar) olduğuna yer verdi.[110][111] Ermeni cemaati, aslen kilisenin sahip olduğu mülkün iadesini ve getirilen gelirin geri ödenmesini de istedi. Osmanlı yönetimi hiçbir zaman bu taleplere cevap vermedi ve bu yüzden herhangi bir iade gerçekleşmedi.[112]
Sürgün edilen Ermenilere ait malların tümüne 1930'ların başında el konuldu.[113] O zamandan beri, Ermeni Kırımı sırasında el konulan malların hiçbirinin iadesi yapılmadı.[114] Türk tarihçi Uğur Ümit Üngör gibi Ermeni mallarına el konması üzerine araştırmalar yapan çeşitli tarihçiler, kitlesel bir şekilde devlet kontrolüne geçen Ermeni mallarının günümüz Türkiye Cumhuriyeti'ne sermaye sağlayarak ülkenin ekonomik temellerinin oluşumunda önemli bir rol oynadığını savunmaktadır.[115] El konulan mallar; köylü, asker ve işçi gibi alt sınıf Türklere orta sınıfa yükselme fırsatı sağlamıştır. Üngör'e göre "devletçi Türk ulusal ekonomisinin inşası, Ermeni mallarının yıkımı ve kamulaştırılması olmadan" mümkün olamazdı.[116]
Bazı Türk siyasetçiler ve askerî liderler tehcirleri ve katliamları engellemeye çalıştı. Örneğin, 1915'in Konya ve Halep valisi Mehmed Celal Bey binlerce Ermeni'yi tehcirden kurtarmasıyla bilinir.[117] Tehcir emirlerine karşı çıkması üzerine Celal Bey Halep valiliği görevinden alındı ve Konya'ya nakledildi.[47] Buna rağmen, Celal Bey tehcirler devam ederken defalarca Osmanlı otoritelerinden yerlerinden edilen Ermeniler için sığnak sağlanmasını talep etti.[118] Bu taleplerin yanı sıra Celal Bey Bâb-ı Âli'ye "Ermenilere karşı alınan tedbirlerin her açıdan anavatanın yüksek menfaatlerine aykırı olduğunu" belirten birçok telgraf ve protesto mektubu gönderdi.[118] Ancak talepleri göz ardı edildi.[118]
18 Haziran 1914'te Ankara valisi olarak atanmış olan Hasan Mazhar Bey de tehcir kararlarına karşı gelenlerin arasındaydı.[119] Ermenileri tehcir etmeye karşı gelmesi sebebiyle Mazhar Bey, Ağustos 1915'te Ankara'daki valilik görevinden alındı ve yerine Teşkîlât-ı Mahsûsa'nın önde gelen bir üyesi olan Atıf Bey getirildi.[120] Mazhar Bey daha sonra bu olayı "Bir gün Atıf Bey yanıma geldi ve otoritelerin tehcir sırasında Ermeniler'in öldürülmesine dair talimatını sözlü olarak iletti. 'Hayır, Atıf Bey. Ben bir valiyim, haydut değil, bunu yapamam, bu görevi bırakacağım ve istersen sen gelip bunu yapabilirsin' dedim." diye anlatır.[47]
Osmanlı otoritelerinin Ermenilere yönelik uygulamalarını protesto için daha sonra istifa eden Bağdat valisi Süleyman Nazif, Hadisat gazetesinin 28 Kasım 1918'deki bir sayısında şunları yazdı: "Tehcir kılıfı altında toplu katliamlar işlendi. İşlenen suçların çok açık olduğu göz önüne alındığında, faillerinin çoktan asılmış olması gerekirdi."[121]
Bir gazete haberine göre, Türk Kurtuluş Savaşı sırasında, Nureddin Paşa tarafından TBMM'ye Anadolu'da hayatta kalan veya bölgeye geri dönen tüm Ermeni ve Rumları öldürme önerisi sunuldu. Öneri Mustafa Kemal (Atatürk) tarafından reddedildi.[47]
I. Dünya Savaşı'nda Ermeni isyanları boyunca Rusların desteklediği düzensiz Ermeni askerleri, Ermeni Kırımı'na karşılık olarak bölgedeki Türk sivillere karşı birçok katliam ve savaş suçu işledi.[122][123] 1915 ve 1916 arasındaki dönemde bölgede en az 128,000 ve bazı tahminlere göre 600,000 kadar Türk ve Kürt, Ermeni gönüllüler ve Rus askerleri tarafından öldürüldü. O dönemde bölgede bulunan bir İranlı büyükelçinin tahminine göre 1917 ve 1918 yılları arasında Rus askerleri tarafından işgal edilmiş bölgede 400,000 Müslüman daha öldürüldü, ancak Rudolph J. Rummel'in dediğine göre bu tahmin güvenilir değildi ve 1915 ve 1918 arasındaki dönemde toplam 150,000 Türk sivil Ruslar ve Ermeniler tarafından öldürüldü.[124] Tarihçi Uğur Ümit Üngör'e göre, 1916 yılında Çoruh Havzası'nda 45,000 Türk ve Kürt katledildi.[125] Rus Yarbay Tverdohlebof, 1917 yılı ilkbaharında Ermenilerin halkın elindeki silahları toplamak amacıyla halka zulmettiğini ve işkence yaptığını belirtti.[126] Daha sonra, Rus ordusu çekildikçe katliamlar artmaya başladı.[126] 1918'de Erzincan'da Ermeniler 800 Türk sivili öldürdü.[127] Ermeniler Erzurum'a çekilirken yoldaki Türk köylerindeki halkı öldürdüler.[128] Ilıca'da Ermenilerden kaçamayan Türkler öldürüldü.[128] Tepeköy'ün tüm Müslümanları 17 Şubat 1918 tarihinde öldürüldü.[129] Tepeköy'de öldürülen Türklerin cesetleri 2010'da Atatürk Üniversitesi'nin yaptığı kazılarda bulundu ve sayıları 150 olarak tespit edildi.[130] 26 Şubat 1918 günü Tekederesi'nden çekilen Ermeniler yolları üzerine çıkan Müslümanları öldürdü, önlerine çıkan köylerdeki halkın hayvanlarını çaldı.[131] 27 Şubat 1918 günü Ermeniler Erzurum'un Alaca köyünde Türkleri öldürdü.[132] Erzurum'da Türk çarşıları Ermeniler tarafından yakılmaya başlandı.[132] 26-27 Şubat 1918 gecesi Ermeniler Erzurum'da 3000[133] ila 8000[134][135] Müslümanı öldürdü.[133] Rus Yarbay Tverdohlebof, Şubat 1918 sonlarında Erzurum'a yakın köylerdeki Türklerin "ortadan kaybolduklarını" bildirmektedir.[136] Aralık 1918'de Uluhanlı, Kamerli ve Dereleyez halkı Ermeni çetelerinin zulmüne uğradı.[137][138][139] Mayıs 1918'de bölgeyi ele geçiren Osmanlı ordusu Ermenilerin 250 Müslüman köyünü yaktıklarını bildirdi.[140]
Türk Kurtuluş Savaşı sırasında Ermeni Kırımı'nın sebep olarak gösterildiği katliamlar devam etti. Güneydoğu Anadolu Bölgesinde Ermeni - Fransız işbirlikçileri Türklere yönelik öldürme, yaralama, gasp vb. olaylarında bulundu.[141] 1920 yılında Ermeniler tarafından Kozan Katliamı gerçekleştirildi.[142][143][144] 22 Haziran 1920'de, en az 64 sivil Kahyaoğlu Çiftliğinde Ermeniler tarafından katledildi.[145] Ermeni ve Fransız askerler tarafından kadınlara sıklıkla tecavüz ediliyordu.[146] Savaş sonucu, Antep'teki 10,000 evden 8,000'i yok edildi.[147][148][149] Yunan ordusu ile beraber savaşan Ermeni gönüllüler tarafından da benzer katliamlar gerçekleştirildi. Armutlu Yarımadası'nda, Yunan ordusu ve Ermeni gönüllüler 27 Türk köyünü ateşe verdi,[150] Türk kadınlarına tecavüzler etti[151] ve 5,500[152] ila 9,100[153] Türk sivili öldürdü. Ermeniler ayrıca 5 ve 8 Eylül 1922 arasında 3,500 Türk sivilin yanarak öldüğü ve 855'inin Yunan askerleri tarafından öldürüldüğü Manisa Yangını'nın başlatılmasında önemli bir rol oynadı.[154][155][156][157]
Tehcir sürerken, kendilerine verilen yetkiyi istismar eden, görevini kötüye kullananlar hakkında yargılama yapılmıştır. Henüz savaşı hangi tarafın kaybedeceğinin de belli olmadığı Eylül 1915 ile Haziran 1916 arasında, vilayetlerde kurulan Divan-ı Harbi Örfi mahkemelerinde 1.673 kişi yargılanmış, 67'si idam olmak üzere 659'u cezalandırılmıştır. Bu yargılamalar, Osmanlı devletinin sistematik soykırım amacı gütmediğinin kanıtlarının başında gösterilmektedir. Asker, memur ve sivillerden oluşan toplam 1.673 kişi yargılanır. Bunlardan 67'si idama, 524 kişi hapse, 68 kişi kürek, para, pranga ve sürgün cezalarına çarptırılırlar. 1918 senesi ve Mondoros Mütarekesi'ne kadar aralıklarla yapılan yargılamalarda cezalandırılanların sayısı bir kat daha artarak 1.397'ye kadar yükselir.[158] Mehmed Talat ve Said Halim'in Yüce Divan'a sevki 1918 senesinde ise, ilk olarak 28 Ekim 1918'de Talat Paşa ve Said Halim paşa Yüce Divan'a sevkedilecekler. Çok geçmeden de 19 Şubat 1919'da Birinci Cihan Harbi'nin tarafsız ülkeleri Danimarka, İsveç, İsviçre, Hollanda ve İspanya'ya başvurularak iddiaları soruşturmak üzere ikişer yargıç görevlendirmelerini talep edilecektir. Ancak, bu girişimi İngilizler ve Fransızlar engelleyeceklerdir.
Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra 18 Ocak 1919 tarihinde Britanya Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe Malta Adası'na götürülür ve bu olaylarda katliam yapmakla suçlanan 145 kişinin yargılandığı bir mahkeme kurulur. 29 Temmuz 1921'de İngiliz Kraliyet Başsavcısı sanıkların hepsine beraat kararı verir. Bu mahkemede ABD tarafından da ellerinde bu konunun soykırım olduğunu gösterir hiçbir belge olmadığı bildirilmiştir (ABD o dönemde bölgede konuyla ilgili gözlemciler bulundurmaktadır).[159]
Kırımın en büyük sorumlularına ve bazı işbirlikçi Ermenilere karşı Talat Paşa suikastı gibi bir dizi suikast gerçekleştirildi.[160] Bu operasyon Nemesis Operasyonu olarak da anılır.[161]
Ermeni Kırımı sırasında kaç Ermeni'nin hayatını kaybettiğine dair fikir birliği olmamasına rağmen batılı tarihçiler, 1914 ve 1918 arasında 500.000'den fazla Ermeni'nin öldüğünü genel anlamda kabul eder. Tahminler 800.000[162] ile 1,500.000 (Fransa,[163] Kanada[164] ve diğer bazı devletlerin rakamı) arasında değişiklik gösterir. Encyclopædia Britannica, Britanya Dışişleri Bakanlığı yetkilisi Arnold J. Toynbee'nin yaptığı bir araştırma sonucunda 600.000 Ermeni'nin "öldüğünü veya tehcir sırasında katledildiğini" belirttiği 24 Mayıs 1916 tarihli rapora dayanarak aynı sayıyı aktarır.[165][166] Ancak bu rakam Kırım'ın yalnızca ilk yılını hesaplamıştır ve Mayıs 1916'dan sonra hayatını kaybedenler bu sayıya dahil değildir.[167]
Daha önceden Talat Paşa'ya ait olan belgelere göre 1915'ten 1916'ya kadar 970.000'den fazla Osmanlı Ermenisi, ülkenin resmî nüfus kayıtlarında ortadan kayboldu. Belgeler ve kayıtlar, 1983'te Paşa'nın eşi Hayriye Talat Bafralı tarafından bunları Talât Paşa'nın Evrak-ı Metrukesi (Talat Paşa'nın Kara Kaplı Defteri olarak da bilinir.) adıyla yayımlayacak olan Türk gazeteci Murat Bardakçı'ya verildi. Belgelere göre, Osmanlı İmparatorluğu'nda 1915 yılına gelmeden önce 1,256.000 Ermeni yaşamaktaydı. Ancak Talat Paşa'nın kendisinin eklediği dipnotta bu sayının yüzde 30 kadar fazlasının gerçek rakamı vereceği tahmin edilmiştir. Buna ek olarak Paşa, yaptığı hesaplamaya Protestan Ermenileri dahil etmemiştir. Bu yüzden tarihçi Ara Sarafyan'a göre savaş başlamadan önce imparatorluğun Ermeni nüfusu 1,700.000 civarındaydı.[168] İki yıl sonra 1917'ye gelindiğinde ise bu sayı 284.157'ye düşmüştü.[169]
Amerikalı tarihçi Justin McCarthy, savaş öncesindeki Ermeni nüfusunu ve ardından ölümden kurtulan kişi sayısını tahminen hesaplayarak 600.000'den biraz az sayıda Ermeni'nin 1914 ile 1922 arasında öldüğünü öne sürdü.[170] Daha sonradan yayımladığı makalelerden birinde ise 1913'teki kayıtlar göz önüne alındığında sayıya 250.000 kişinin daha eklenmesi gerektiğini yani toplamda 850.000 kişinin hayatını kaybettiğini ifade etti.[171]
Ancak McCarthy'nin rakamlarına birçok uzman tarafından karşı çıkılmıştır. Bunlardan Frédéric Paulin, McCarthy'nin metodolojisini sert bir şekilde eleştirerek kusurlu olduğunu öne sürdü.[172] Diğer uzmanlardan Hilmar Kaiser de[173] profesörler Vahakn Dadrian[174] ve Levon Marashlian gibi benzer eleştiriler sundu.[175] Bu eleştiriler yalnızca McCarthy'nin metodolojisi ve hesaplama sonuçlarıyla ilgili değildi, ayrıca kendisinin birincil kaynaklarıyla yani Osmanlı nüfus sayımlarıyla da ilgiliydi. Eleştiri yapan uzmanlar, 1912'de yapılmış resmî bir nüfus sayımı olmadığına dikkat çekerek rakamların 1905'te II. Abdülhamid tahttayken yapılan sayıma dayandığını bildirdi.[176] Osmanlı nüfus sayımları Ermeni nüfusunu 1,2 milyon olarak iddia ederken Harput Kaymakamı Faiz El-Guseyn, bu sayının 1,9 milyon olduğunu iddia eder.[177] Bunların yanı sıra bazı modern çalışmalar 2 milyonun üzerinde bir sayı verir. Alman konsolos yardımcısı Max Erwin von Scheubner-Richter, 100.000'den az sayıda Ermeni'nin Kırım'dan kurtulduğunu ve diğerlerinin ortadan kaldırıldığını (Almanca: ausgerottet) yazar.[178]:329-30
Toplu ölümler, Türkiye kurulmadan birkaç yıl önce Kurtuluş Savaşı sırasında Doğu Cephesi'nde devam etti.[179] Kayıtlara göre 60.000 ile 98.000 arasında Ermeni sivil, Türk ordusu tarafından öldürüldü.[180] Bazı sayımlarda ise katledilen toplam Ermeni sayısı yüz binler olarak geçti.[47]:327[181]
Kırım'ın ellinci yıldönümü olan 24 Nisan 1965'te, sadece Erivan'da yüz bin Ermeni olayların soykırım olarak tanınması ve Ermenistan'ın Türkiye'den toprak ilhak etmesi için dünya çapında eylemler yaptı.[182][183] İki yıl sonra, Erivan'daki Tsitsernakaberd'de Kırım'a adanmış bir anıtın inşası tamamlandı.[183]
1988'den beri, Ermeniler ve Türki Azeriler uluslararası alanda Azerbaycan'ın bir parçası olarak tanınan bir Ermeni yerleşim bölgesi olan Dağlık Karabağ üzerine uzun sürmüş bir etnik-toprak anlaşmazlığında bulundular. Başlangıçta Ermenilerin barışçıl protestoları olarak başlayan anlaşmazlık kısa süre içerisinde şiddete dönüştü ve her iki tarafta da katliamlara yol açarak yarım milyondan fazla kişinin yerinden edilmesiyle sonuçlandı.[57][183] Anlaşmazlık boyunca hem Azerbaycan hem de Ermenistan birbirlerini diğer tarafa karşı soykırım planlamakla suçladılar, ancak bu iddialar diğer gözlemciler tarafından şüpheci bir şekilde ele alındı.[57] Bu sorunun bir parçası olarak, Azerbaycan da Türkiye'nin 1915 Kırımı'nı reddetme çabasına katıldı.[184] Viken Çeteryan'a göre, "1915 Kırımı'nın çözülmemiş tarihi mirası" Karabağ sorununa neden oldu ve çözülmesini engelliyor.[184]
Teşkilât-ı Mahsusa'nın kayıtlarının imha edilmiş bulunması ve İttihat ve Terakki Cemiyeti kayıtlarının kaybedilmiş olması, bunların işe bulaşmış olup, tehcir kanununun gerçekde bir toplu imha projesi olduğu tezini kanıtlamayı kimilerince güçleştirmektedir.[188]
Teşkilât-ı Mahsusa ve İttihat ve Terakki arşivlerinin Ekim-Kasım 1918'de, yani Osmanlı Devleti'nin savaşta yenildiği ve Talât Paşa hükûmetinin düştüğü günlerde, yakılarak imha edildiği aktarılmaktadır.[189]
Şevket Süreyya Aydemir, Talât Paşa'nın 7 Kasım 1918'de yurt dışına kaçmadan önce Arnavutköy'de bulunan bir dostunun yalısına bavullar dolusu evrak götürdüğünü ve bu evrakların yalının alt katındaki ocakta yakıldığı nakledildiği aktarmıştır.[190]
Teşkilât-ı Mahsusa şefi Hüsamettin Ertürk'e göre, 14 Ekim 1918'de kurulan Ahmet İzzet Paşa hükûmeti, Teşkilât-ı Mahsusa Müdürlüğü'ne çalışmaların derhal durdurulması ve arşivlerin yokedilmesi emrini vermiştir.[191]
Mithat Şükrü (Bleda) ve Ziya Gökalp'a göre, önemli evraklar Dr. Nazım Bey tarafından alınıp götürülmüştür.[192]
Teşkilât-ı Mahsusa hakkında (bu güne kadar tek köklü araştırmanın yazarı olan) Philipp Stoddard'a göre, Teşkilât-ı Mahsusa Ermeni tehcirinde hiçbir rol oynamamıştır. Guenter Lewy Stoddard'la 2001 senesinde görüştüğünü ve Stoddard'ın hâlâ aynı görüşü savunduğunu bildirmiştir.[193]
2005 senesinde yayınlanan, Talat Paşa'nın Enver Paşaya yazmış olduğu bir mektupta Teşkilât-ı Mahsusa ile ilgili şu ifadeleri bu iddianın yanlışlığını belgelemektedir: "(...) Mayıs'ın yirmi beşine kadar olan İstanbul gazetelerini okuduk. Arkadaşları Teşkilât-ı Mahsusa'dan dolayı itham ediyorlar. Guya bütün Ermeni ve Rum tehcirini ve bir takım fenalıkları Teşkilât-ı Mahsusa yapmış. Bu da İttihat ve Terakki Merkez-i Umumisi'ne tabi imiş. Bundan bir netice çıkaramadıkları reis ve müddeiumumilerin mütemadiyen istifa ettikleri anlaşılıyor. Mahkûm edemeyeceklerini anladıklarından dolayı, Malta'ya göndermiş olacaklar. (...)"[194]
Örgütün kayıtlarını Ermeni sorunu nedeniyle imha etmiş olması tezi, Talat Paşa'nın Ermeni tehciri konusunda kaleme almış olduğu evrâk-i metrukesi'nin mahfuz olması nedeniyle, savunulan imhanın önceliğinin Ermeni faciası olamayabileceği antitezini ayrıca kuvvetlendirmektedir.[195]
Kayıtların imha edilmesi konusunda, somut olarak soykırım projesinin belgelerinin yok edilmesi tezinin haricinde farklı gerekçeler öne çıkmaktadır. Teşkilatın yurt içi ve yurt dışında, (kimileri idamla sonuçlanabilecek olan) çok sayıda yasa dışı eylemleri bulunuyordu: karşı-istihbarat, propaganda, örgütlenme, suikast ve darbe gibi. Bu gizli örgütün 8 Ekim 1918'de İttihat ve Terakki hükûmetinin iktidardan ayrılması ile tasfiye edilmiş olması neticesinde üyelerinin divan-ı harpça takibe alınılması kararlaştırılmıştı. Söz konusu kayıtların imha edilme gerekçelerinin, savunulan tehcirde teşkilatın rol oynamasıyla ilintilendirilmesinin dışında, dönemin osmanlı hukukunca idama kadar gidebilecek olan pek çok suçları olması kayıtlarını imha etmelerini kuvvetle izah etmeye yetebilir niteliktedir.
Ankara İstiklal Mahkemesinde İzmir Suikastı sanıklarından Kör Ali İhsan Bey sorgu esnasında elindeki (Kırım ile ilgili ?)[netleştirme gerekli] bütün belgeleri yaktığını söylemiştir.[196]
Belgelerin bazısının (örneğin: Andonyan Belgeleri) düzmece olduğu ortaya çıkarılmıştır. Bundan dolayı hükûmetin parmağı olduğunu kanıtlama iddiasındaki yayınların birçoğu savaş zamanındaki propagandanın damgasını taşımaktadır.[197]
Savaş zamanının Alman kaynakları hakkında aynı şey (propaganda olduğu) savunulmamıştır.[197]
Enver Paşa'nın amcası Halil Paşa (Kut) anılarında (güncel Türkçe çeviriye göre) şöyle yazmıştır:[198]
Vatanımın en korkunç ve acı günlerinde vatanımı düşmana esir olarak tarihten silmeye kalktıkları için son ferdine kadar yok etmeye çalıştığım Ermeni Milleti, bugün Türk milletinin âlicenaplığına sığındığı için huzura ve rahata kavuşturmak istediğim Ermeni milleti. Eğer siz Türk vatanına sâdık kalırsanız elimden gelen her iyi şeyi yapacağım. Eğer yine bir takım şuursuz komitacılara takılarak Türk'e ve Türk vatanına ihanete kalkarsanız bütün memleketinizi saran ordularıma emir vererek Dünya üstünde nefes alacak tek Ermeni bırakmayacağım, aklınızı başınıza alın.
Ahmet Refik 1919'da yayımlanan İki Komite İki Savaş adlı eserinde İttihatçıların Ermenileri imha etmek ve bu surette Vilâyât-ı Sitte meselesini ortadan kaldırmak istediğini aktarmıştır.[199]
Bursa milletvekili Hasan Fehmi Bey (Kolay), TBMM'nin 17 Teşrinievvel 1336 (17 Ekim 1920) tarihli gizli oturumunda şöyle konuşmuştur:[200]
Tehcir meselesi, biliyorsunuz ki Dünya'yı velveleye veren ve hepimizi katil telâkki ettiren bir vaka idi. Bu yapılmazdan evvel Âlem-i Nasraniyet'in bunu hazmetmeyeceği ve bunun için bütün gayz ve kinini bize tevcih edeceklerini biliyorduk. Neden katillik unvanını nefsimize izafe ettik? Neden o kadar azim, müşkül bir dava içine girdik? Sırf canımızdan daha aziz ve daha mukaddes bildiğimiz vatanımızın istikbalini taht-ı emniyete almak için yapılmış şeylerdir.
Vahakn N. Dardian'ın aktardığına göre, Mustafa Kemal (Atatürk), yabancı basına karşı kitle halinde acımasızca evlerinden göçürülen ve kırıma uğratılan milyonlarca Hristiyan yurttaşın hayatlarının hesabını vermek zorunda olduğunu söylemiştir.[201] Fakat Türkiye'de zuhura gelmiş şayan-ı arzu olmayan bazı ahval olarak bahsettiği olaylarda Ermenilerin başına ne geldiyse kendi politikaları yüzünden geldiğini söyleyerek Müslümanların sorumlu tutulmayacağını eklemiştir.[202]
Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi'nin tanımlamasına göre: ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir öbeğin tümünü ya da bir bölümünü yok etme niyetiyle yapılan yapılan saldırılar soykırım olarak nitelendirilir ve katliam olsa bile bir millete veya ırka yöneltilmediği takdirde soykırım sayılmaz. Birleşmiş Milletler Soykırım Sözleşmesi (9 Aralık 1948) 260 A-III BM Kararıdır. Jenosit (soykırım) kavramı Polonyalı hukukçu Raphael Lemkin tarafından ortaya atılmıştır. Raphael Lemkin, kavramı Yunanca “genos” (soy, kavim) ve Latince “cidus” (öldüren) kelimelerini bir araya getirerek oluşturmuştur. Ermeni Soykırımı tezi ve 11 Ağustos 1933'te Irak'ın kuzeyinde Duhok ve Musul illerinde yaşanan Süryanilere yönelik katliamı (Simele Katliamı) inceleyerek 'Crime of Barbarity' (Barbarlık suçları) adlı yazısını hazırlayan Lemkin, aynı yılda İspanya'nın başkenti Madrid'de toplanan Milletler Cemiyeti'nin Hukuk Konseyi'nde “Bir kişiyi öldüreni yargılamak mümkünken, bir milyon insanı ölüme göndereni yargılamak niçin mümkün olmuyor” sorusunu ortaya atarak uluslararası bir soykırım sözleşmesi çabası içine girdi. Soykırım sözcüğünü 1944 yılında Axis Rule in Occupied Europe (İşgal Altındaki Avrupa'da ittifak Güçlerinin İktidarı) adlı kitabında ilk olarak kullanan Raphael Lemkin. Lemkin, Ermeni meselesini 20. yüzyıla ait tipik bir soykırım örneği olarak tanımlıyordu.[203]
Zamanın İçişleri Bakanı Mehmed Talat Bey'in 1915 yılı içinde Andonyan belgeleri diye bilinen ünlü “Talat Paşa telgraflarının” kopyalarını barındıran kitapta soykırımı planladığı öne sürülmüştür. Andonyan Belgeleri'nde Ermeni tehciri sırasında Ermenilerin imha edilmesini emreden 50 telgraf ve 2 mektup mevcuttur ancak Andonyan Belgeleri'nin sahte olduğu ortaya çıkarılmıştır. Bundan dolayı hükûmetin parmağı olduğunu kanıtlama iddiasındaki yayınların birçoğu savaş zamanındaki propagandanın damgasını taşımaktadır.[204]
Teşkilât-ı Mahsusa nın sadece cephe ve cephe gerisi Ermeni güçlerin tavsiyesinin (Ermeni İsyanlarına karşı enformasyon toplama ve değerlendirme, toplanan enformasyonun operasyonel şekilde kullanılması ve örtülü faaliyette bulunma) yanında “tehcir” edilen Ermeni sivil halka karşı planları olduğu ve bu planların “soykırım” tanımına girdiği ileri sürülmektedir.
İttihat ve Terakki sözcülerinden Hüseyin Cahit (Yalçın)'a göre yurdun Ermenilerden arındırılması “müthiş ve memleket için zaruri olduğu sarahatle anlaşılan” bir karardır.[205] 2 Ağustos 1914'te seferberlik günün gecesi, Kuşçubaşı Eşref'in “Anadolu'dan gayri Türk unsurların tasfiye” planı doğrultusunda İttihat ve Terakki Cemiyeti Merkez-i Umumi'de alınan karar ile Doğu Anadolu Bölgesi'nde Teşkilat-ı Mahsusa birlikleri oluşturulmuştur.[206][207][208] Celâl Bayar'ın Teşkilat-ı Mahsusa şefi Eşref Kuşçubaşı'ya atfen belirttiğine göre Mayıs-Ağustos 1914'te Harbiye Nezaretinde yapılan toplantıların başlıca konusu stratejik noktalarda kümelenmiş ve dış tesirlere bağlı gayrı Türk yığınlarının tasfiyesi idi."[209]
Teşkilat-ı Mahsusa hakkında araştırma yapan yazar Philipp Stoddard'a göre, Teşkilat-ı Mahsusa, Ermenilerin sınır dışı edilmesinde herhangi bir rol oynamamıştır.[210] Soykırım inkar tezini başlatan kişi olarak tanınan Guenter Lewy Stoddard'la 2001 senesinde görüştüğünü ve Stoddard'ın hâlâ aynı sonucu savunduğunu bildiriyor.[193] Lewy, soykırım tezinin savunucularından olan Vahakn Dadrian'ın, orijinal kaynakların imkân vermeyeceği varsayımlarda bulunduğunu bildiriyor.[211]
Soykırımı tanımında insan kayıplarının hangi amaçla gerçekleştirildiğini içermektedir. 1915 olaylarının ardındaki hükûmet politikasını kanıtlayacak belgelerin ortaya çıkarılması, soykırım tartışmalarının ana eksenini oluşturmuştur. Ayrıca Osmanlı arşivlerinde yer alan kayıtlara göre, 1906-1922 yılları arasında Anadolu'da ve Kafkaslar'da, 517.955 Müslüman Osmanlı vatandaşının öldüğü aktarılmıştır.[212]
Taner Akçam, İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu: İttihat ve Terakki'den Kurtuluş Savaşı'nda adlı eserinde Jenosit'in Türkçe karşılığı olarak kullanılan Soykırım kavramını tercih etmediğini açıklamaktadır. Bunun nedeni olarak Kırım kavramının sıradan bir katliamdan farklı olarak Ermenilere yapılanları tanımlamak için Anadolu'da yaygın olduğunu ve Soykırım kelimesinin Nazilerin Yahudilere yönelik ırkçılığa dayalı bir jenosit türünü çağrıştırması ve konuyla uğraşan tüm araştırmacıların Ermeni Kırımı'nın arkasındaki ana nedeninde ırkçılığın yatmadığı noktada hemfikir olduklarını göstermektedir. Ayrıca Kırım kavramını tercih etmesinin psikolojik boyutunun olduğunu da itiraf etmektedir.[213]
Yakın yıllarda Ermeni Soykırımı hakkındaki eserlerden biri de Ermeni asıllı Amerikalı tarihçi Vahakn Dadrian'ın The History of the Armenian Genocide (1995) adlı eseridir. Ermeni soykırımının resmî Osmanlı makamları tarafından değil, İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne bağlı gizli bir örgüt olan Teşkilat-ı Mahsusa eliyle yürütüldüğü de iddia edilir.[214]
Ayrıca Toynbee, 1967'de yayımlanan Acquaintances adlı eserinde “1915'te Türkiye'de işlenmiş olan soykırım üstüne çalışmalarım bana ilk günahın gerçekliğini gösterdi” diye yazmış,[215] Vahakn Dadrian'a yazdığı 6 Aralık 1973 tarihli mektubunda “Ermeni Soykırımı büyük bir suçtur” demiştir.[216]
Ermeni Soykırımı son yıllarda bazı uluslararası kuruluşlar ve pek çok devletlerin parlamentoları tarafından resmen tanınmıştır.
Günümüzde İsviçre'de Ermeni Soykırımını reddetmek suçtur. Benzer bir yasa taslağı da Fransız parlamentonun her iki kanadında kabul edilmiş; ancak Fransa Anayasa Konseyi “anayasaya aykırılık” gerekçesiyle yasayı iptal ettiği için yürürlüğe girmemiştir.[217] Bunun dışında 30 kadar ülke, parlamentolarında, Ermeni soykırımı tezini tanıyan yasaları kabul etmişlerdir. Amerika Birleşik Devletleri, dönemin başbakanı Joe Biden'in 2021 yılında yaptığı başkanlık açıklaması ile olayı soykırım olarak kabul etmiştir.[218][219][220] Olay, daha önceden eyalet bazında, 50 eyaletten 49'unda[221] ve Washington, DC yönetimince soykırım olarak kabul görmüştü.[222]
İlk Ermeni Kırımı Anıtı 24 Nisan 1968 tarihinde Lübnan'ın Beyrut şehrinde dikilmiştir. Bundan sonra Ermenistan, ABD, Mısır, Fransa, Brezilya, Bulgaristan ve İtalya gibi ülkelerde de bu tip anıtlar dikilmiştir.
Yusuf Hikmet Bayur, 12 Temmuz 1921 tarihli Vakit gazetesinden alıntı yaparak birçok yerde çoktan beri süregelmiş olan sorunların bu olay ile baş göstererek asla arzu etmediği suistimallere sebep olduğu, birçok memurun haddinden ziyade zulüm ve şiddet gösterdiği ve birçok yerde birtakım masumların da kurban olduğunu aktarmaktadır.[223] Ayrıca, tehcir sırasında Ermenilere karşı herhangi bir saldırıda bulunanların tevkif edilerek, Divan-ı Harp Mahkemesine sevk edilmesi ve en ağır şekilde cezalandırılmaları da karara bağlanmıştır.[kaynak belirtilmeli]
Yusuf Halaçoğlu, tehcire tabi tutulan Ermenilerin sayısının Halep'ten gelenlerle birlikte 438.758 kişi olduğunu, açlık, tifo ve dizanteri gibi hastalıklar, iklim koşulları, Arap aşiretleri ve eşkıyaların saldırıları sonucu ancak 382.148 kişinin iskân sahasına varabildiğini söylemektedir.[224]
Bunların yanında Türkiye'nin tezine göre Ermeniler I. Dünya Savaşı sırasında büyük bir isyan başlatmış ve birçok yerde katliamlar yapmışlardır. Buna dair Ermenilere (Bir Ermeni'nin Fransız Horizon gazetesinde yayınlanan mektubu) ve Ruslara (Rusya'nın Paris Büyükelçisi Sazanov'a ait bir yazı) ait önemli vesikalar mevcuttur.[225]
Türk gazeteci Güneri Cıvaoğlu 11 Ekim 2007 günlü Milliyet gazetesindeki yazısında,[226] Ermeni siyasetçi ve Ermenistan'ın ilk başbakanı olan Ovannes Kaçaznuni'nin 1923 yılında Bükreş'te yapılan Ermeni meselesiyle ilgili Taşnak Partisi toplantısında bir rapor sunduğunu, ilgili raporda önemli itirafların yer aldığını belirtmiştir. İlgili rapor[227][228] Ocak 2008 tarihli ve İstanbul Ticaret Odası Başkanlığınca Türkçe olarak kitapçık halinde yayımlanmış olup, raporun ön sözünde İTO başkanı Murat Yalçıntaş'ın yaptığı açıklamada "1882 yılında kurulduğunda ilk başkanı Osmanlı tebası bir Ermeni olan İstanbul Ticaret Odası, Birinci Dünya Savaşı yıllarında yaşanan tarihi olayların hiçbir politik kaygı taşımadan değerlendirilmesini arzu etmektedir. " ifadesine yer vermiştir. Ayrıca, ilgili raporda Ovannes Kaçaznuni'ye ait " Osmanlı'dan, Akdeniz'e uzanan bir Ermenistan talep ettik. Derhal gönüllü birlikleri oluşturduk, Türklere karşı ayaklandık ve savaştık. İsyanımızın temelinde İtilaf Devletleri'nin bize vadettiği Ermenistan hayali vardı, gerçeği göremedik." şeklinde ifadeler de yer almaktadır. Kaçaznuniraporda, Ermenilerin gerçeklik duygularını kaybettiğini, hayallere kapıldığını ve Türkler'in ne yaptığını bildiklerini, pişmanlık duyacak bir nedenlerinin olmadığını yazmıştır.[227] [229] Kaçaznuni'nin raporu Avrupa'daki kütüphanelerden toplatıldı ve Ermenistan'da yasaklandı.
Ağustos 2009'da Ermenistan merkezli bir haber ajansının yayınladığı habere göre Atatürk, Amerikalı Amiral Bristol'e 7 Mart 1920'de gönderdiği telgrafta, “Kendi çıkarlarının peşinde koşanlar Anadolu'da 20 bin Ermeni'nin öldürüldüğü yalanını uydurdu.” diyerek, bu olayın bir katliam olmadığını ve Ermenilerin saldırmasına yerel halkın gösterdiği direnişin doğal sonucu olduğunu belirterek bunun dünya kamuoyuna bildirilmesini istemiştir.[230][231][232]
Milas doğumlu olup 1910'de ABD'ye göç eden Yahudi Albert Amateau yeminli noter beyanında “Soykırım'ın tamamen yalan ve bir iftira kampanyası eseri olduğu” nu beyan etmektedir.[233]
Türkiye'de öğretim üyeleri ve gazetecilerden oluşan bir grup 2008'de "Özür Diliyorum" adıyla, imza kampanyası başlattılar.[234][235] Prof. Ahmet İnsel, Prof. Baskın Oran, Dr. Cengiz Aktar ve gazeteci-yazar Ali Bayramoğlu, kampanyanın öncülüğünü yaptılar. Ermenilerin başına gelenlerin yıllardır konuşulmamış olunmasından dolayı kişisel olarak özür dilenmektedir.[236][237] Kampanya yayınlandığı ilk 24 saat içinde 5000 kişi tarafından imzalandı.[238] Bu kampanyaya karşı olanlar ise yeni kampanyalar başlattılar.[239]
Türkiye'deki siyasetçiler, öğretim üyeleri, gazeteciler, öğrenciler, meslek kuruluşları ve her kesimden insanın katıldığı[240] "Özür Dilemiyoruz" adlı imza kampanyasına[241] iştirak edenlerin sayısı Mayıs 2015 tarihi itibarıyla 91.000 kişiden fazla olmuştur.[242]
Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, aydınların 1915 olayları konusunda Ermenilerden özür dileme kampanyası başlatmasına tepki göstererek, konu ile ilgili olarak yaptığı açıklamada: "Herhalde onlar böyle bir soykırımı işlemiş olacaklar ki özür diliyorlar. Türkiye Cumhuriyeti'nin böyle bir sorunu yok" dedi.[243]
Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkanı Devlet Bahçeli, yaptığı yazılı açıklamada, kendilerini aydın olarak tanımlayan bir grubun Ermenilerden özür dilenmesi amacıyla başlatmak istedikleri "özür diliyorum" kampanyasının "yozlaşma ve çürümenin ulaştığı vahim durumu göstermesi" açısından ibret verici olduğunu söyledi.[244]
Türk Silahlı Kuvvetleri Genelkurmay Başkanlığı, yaptığı açıklamada kampanyayı doğru bulmadığını, özür dilemenin yanlış olduğu ve zarar verici sonuçlar da doğurabilecek bir davranış olduğunu belirtti.[245] Genelkurmayın yaptığı açıklama, Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Koray Çalışkan ve Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP) Genel Başkanı Filiz Koçali tarafından "demokrasiye müdahale" olarak değerlendirildi.[245]
TÜRKSAM Başkanı Sinan Oğan, özür metninde "Ermeni Soykırımı" adı yerine "Büyük Felaket" (Մեծ Եղեռն Medz Yeğern) adının kullanılmasının Türk halkını aldatmaya yönelik bir kelime oyunu olduğunu iddia etti. Oğan, Ermenicede bu kavramının İsa'nın çarmıha gerilmesi için de kullanıldığını belirti. Bu ismin seçiminin Holokost (Yahudi Soykırımı) örneğinde olduğu gibi Ermenilerin de kendilerine has bir soykırım adı oluşturma çabası olduğunu iddia etti. Özür metninde soykırım kelimesinin kullanılmamasının amacının konu hakkında fazla bilgiye sahip olmayan Türk halkını aldatmak ve olayı basit ve masum bir özür kampanyası olarak göstererek imza toplamak ve dünyanın en büyük suçu kabul edilen soykırım suçunu Türk halkına kabul ettirmek olduğunu savundu.[246]
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir ilk olarak 24 Nisan 2014 arefesinde Başbakanlık tarafından Ermenice dahil dokuz dilde bir taziye mesajı yayınlanarak "Ermeni vatandaşlarımız ve dünyadaki tüm Ermeniler için özel bir anlam taşıyan 24 Nisan, tarihi bir meseleye ilişkin düşüncelerin özgürce paylaşılması için değerli bir fırsat sunmaktadır. (...) Türkiye'de 1915 olaylarına ilişkin farklı görüş ve düşüncelerin serbestçe ifade edilmesi; çoğulcu bir bakış açısının, demokrasi kültürünün ve çağdaşlığın gereğidir." dendi. "Her din ve milletten milyonlarca insanın hayatını kaybettiği I. Dünya Savaşı esnasında, tehcir gibi gayr-ı insani sonuçlar doğuran hadiselerin yaşanmış olması, Türkler ile Ermeniler arasında duygudaşlık kurulmasına ve karşılıklı insani tutum ve davranışlar sergilenmesine engel olmamalıdır." ifadesine yer verilen "Kadim ve eşsiz bir coğrafyanın benzer gelenek ve göreneklere sahip halklarının, geçmişlerini olgunlukla konuşabileceklerine, kayıplarını kendilerine yakışır yöntemlerle ve birlikte anacaklarına dair umut ve inançla, 20. yüzyılın başındaki koşullarda hayatlarını kaybeden Ermenilerin huzur içinde yatmalarını diliyor, torunlarına taziyelerimizi iletiyoruz." dendi.[247][248]
Bunun ardından, her yıl 24 Nisan'da resmi taziye mesajı yayınlanması gelenek haline geldi.
Ermeni kültür, din, tarih ve toplumsal mirasına ait nesnelerin yok edilmesi, hem kırımın kendisinin hem de sonrasındaki inkâr sürecinin bir başka önemli parçasıydı. Bu bağlamda Ermeni kiliseleri ve manastırları tahrip edildi veya camilere dönüştürüldü, Ermeni mezarlıkları yerle bir edildi ve Van gibi bazı şehirlerde Ermeni mahalleleri yıkıldı.[250]
Katliamlarla aynı dönemde Ermeniler tazminat almaksızın servetlerini ve mülklerini kaybetti.[251] İş yerleri ve çiftleri ellerinden alındı; tüm okullar, kiliseler, hastaneler, yetimhaneler, manastırlar ve mezarlıklar Türk devletinin mülkü hâline geldi.[251] Ocak 1916'da Osmanlı Ticaret ve Ziraat Nezareti, imparatorluğun sınırları içinde faaliyet gösteren tüm mali kuruluşların Ermeni varlıklarını hükûmete devretmesini emreden bir kararname çıkardı.[252] Gayrimenkul, nakit, banka mevduatı ve mücevheratın yanı sıra altı milyon Türk altın parasının böylece Ermenilerden alındığı kaydedildi. Bu varlıklar daha sonra Deutsche ve Dresdner bankaları dahil çeşitli Avrupa bankalarına yatırıldı.[252]
I. Dünya Savaşı'nın son bulmasıyla Ermeni Kırımı'ndan sağ kalanların bazıları evlerine geri dönmeye ve mülklerini geri istemeye çabaladı ancak Ankara Hükûmeti bunun önüne geçti.[251]
1914'te İstanbul Ermeni Patriği, gözetimi altındaki Ermeni kutsal bölgelerinin bir listesini hazırladı. Bu listede 200 tanesi manastır, 1.600 tanesi kilise olmak üzere 2.549 dini yer vardı. 1974'te UNESCO, 1923'ten sonra Türkiye'nin doğusunda ayakta kalan 913 Ermeni tarihî eserinden 464 tanesinin tamamen ortadan kaybolduğunu, 252 tanesinin harabeye dönüştüğünü ve 197 tanesinin onarılması gerektiğini belirten bir açıklama yaptı.[253]
Ermeni soykırımı tezlerine dayanak oluşturan önemli birincil kaynaklar, ABD Büyükelçisi Henry Morgenthau'nun Büyükelçi Morgenthau'nun Öyküsü (1919), Alman din adamı Johannes Lepsius'un Bericht über die Lage des armenischen Volkes in der Türkei (Ermeni Halkının Türkiye'deki Durumunu Anlatan Rapor - 1916) adlı eserleri ile, İngiliz Hükûmeti'nin tarihçi James Bryce ve Arnold Toynbee'ye hazırlattığı bir belge derlemesi olan Mavi Kitap 'tır.
Anadolu'da 3 milyona yakın Müslüman ile 600 bin Ermeni öldürüldü. 1915'te Van'daki Müslümanlar'ın üçte ikisi öldürülmüştü. Bu insanlar kimin tarafından öldürüldü diye sorarsanız, Ruslar ve Ermeniler diyebilirim.
3-11 Haziran 1997'de Montreal'de düzenlenen Soykırım Araştırmacıları Derneğinin işbu toplantısı, 1915'te Türkiye'de gerçekleşen toplu Ermeni katliamlarının Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi tüzüğüne istinaden soykırım olduğunu tekrar teyit eder. Ayrıca Ermeni Soykırımının, Türk hükûmeti ve Türk hükûmetinin resmî ve gayriresmî temsilcileri ya da destekçileri tarafından reddedilmesini kınar.
Türkiye'de 'Ermeni tehciri' ve Türkiye dışında 'Ermeni soykırımı' olarak tanımlanan, İttihatçı hükümetin Ermeni sorununun 'kesin çözüm'üne yönelik devreye soktuğu politikaları Türkiye-içi çalışmalar Ermenilerin başka bir bölgede 'yeniden iskanı' olduğunu savunurken, diğer kesim için tehcir, İttihatçı iktidarın önceden alınmış planlı yok etme kararının, soykırım kararının bir aracı olduğunu savunur.
To date, more than 20 countries in the world have officially recognized the events as genocide and most historians and genocide scholars accept this view.
As the evacuation of the Russian troops of the territory they occupy in Armenia ... might give rise to conflicts and complications detrimental to the maintenance of good relations between the two countries, the Sublime Porte engaged to carry into effect, without further delay, the improvements and reforms demanded by local requirements in the provinces inhabited by Armenians and to guarantee their security from Kurds and Circassians.
<ref>
etiketi; Prof.Akşin
isimli refler için metin sağlanmadı (Bkz: Kaynak gösterme)...were rounded up and deported to the interior where most were murdered.
<ref>
etiketi; BritannicaArmenian
isimli refler için metin sağlanmadı (Bkz: Kaynak gösterme)At the same time bands of Christian irregulars, Greek Armenian, and Circassian, looted, burned and murdered in the Yalove-Gemlik peninsula.
To protect their flanks from harassment, Greek military authorities then encouraged irregular bands of armed men to attack and destroy Turkish populations of the region they proposed to abandon. By the time the Red Crescent vessel arrived at Yalova from Constantinople in the last week of May, fourteen out of sixteen villages in that town's immediate hinterland had been destroyed, and there were only 1500 survivors from the 7000 Moslems who had been living in these communities.
Manisa, which was burned to the ground by the Greeks when they evacuated the town.
Daha acısı 3500 kişi ateşte yakılmak ve 855 kişi kurşunlanmak suretiyle öldürülmüştü. Üç yüz kızın ırzına geçilmişti. Sadece bir mahalleden 500 kişi götürülmüştü. Ölü veya diri oldukları hakkında bir bilgi alınamamiştır. (English) "The more painful, that 3500 people were burned to death and 855 people were shot dead. Three hundred girls were raped. From only one district, 500 people were taken away. Their fate was unknown."
Commons'ta dosyalar | |
Vikikaynak'ta belgeler |