Dünya çapında milyonlarca insanın dikkatini çeken Rüya'in büyüleyici dünyasına gelin birlikte bakalım. Toplum üzerindeki etkisi, tarihsel önemi veya kültürel alandaki etkisi nedeniyle Rüya günlük konuşma konusu haline geldi. Yıllar boyunca ilgi ve tartışmalara yol açarak hayatımızdaki anlamı ve imaları üzerine derin düşüncelere ve analizlere yol açtı. Bu makalede, Rüya'in çeşitli yönlerini keşfederek, mevcut bağlamda önemini ve alaka düzeyini daha iyi anlamamızı sağlayacak yeni ve zenginleştirici bir vizyon sunacağız.
Rüya ya da düş, uykunun genel ve karakteristik özelliklerinden[1] biri olup, uykunun hızlı göz hareketi (REM)[1] adlı evreleriyle yakından ilişkili bulunan, görsel ve işitsel algı ve duygulardır. Rüyaların biyolojik içeriği, işleyişi ve maksatları tümüyle anlaşılmış değildir.[not 1] Rüyalara “duyusuz algı”nın bir türü veya nesnesiz algı olarak da bakılabilir. Çeşitli inanışlara ve tahminlere de neden olan rüyalar, her zaman için ilginç ve yoruma açık bir konu oluşturmuşlardır. Farklı psikoloji ekollerinin, parapsikologların ve deneysel spiritüalistlerin rüyaları farklı biçimlerde açıklama çabaları olmuştur. Rüyaların işleyişinin açıklanması bilimsel topluluğun genel kabulüne göre varsayımlar düzeyinden öteye pek gidememiş olup, rüyalar hâlen esrarını korumakta olan bir inceleme alanını oluşturmaktadır. Rüyaların bilimsel incelenmesi oneiroloji adını alır.[2]
"Rüya" sözcüğü Türkçeye Arapça رؤيا (ruˀyāˀ) kelimesinden geçmiştir ki bu kelime رَأَى (raˀā), yani "görmek" kökünden gelmektedir.[3]
Düş sözcüğüyse Öz Türkçe bir kelime olup Uygurca Maniheist metinlerde tül, Kaşgarlı Mahmud'un Divân-ı Lügati't-Türk'ündeyse tǖş şeklinde ortaya çıkmıştır. "Tǖş" kökü, zaman içerisinde anlam kaymasına uğramış, daha eskiden "durmak" anlamına gelirken anlamı "dinlenmek, öğle uykusu" şeklinde evrilmiş, "rüya" anlamına evrilmesi de oradan olmuştur. "Düşünmek" fiilinin kökü de bu kelimeden gelmektedir.[4]
Rüyaların gerek tahminlere konu oluşturması bakımından, gerekse ilham kaynağı olması bakımından uzun bir geçmişi vardır. Tarih boyunca insanlar mesaj taşıdıklarına inandıkları rüyalardan anlamlar çıkarmaya çalışmış ve rüyalar aracılığıyla gelecek hakkında tahminlerde bulunmuşlardır. Rüyalar, fizyolojik açıdan uyku sırasındaki nöral süreçlere bir tepki ya da yanıt olarak tanımlanır, psikolojik açıdan bilinçaltının yansımalarıdır, maneviyat açısından ise en azından bazı rüyalar ya gelecek hakkında ya da başka bir konu hakkında (uyarı, yardım vs. amaçlı) haber içeren, ilahî âlemden gelen mesajlar olarak kabul edilmişlerdir. Birçok kültürde ilahî âleme danışmak ya da bir konu hakkında bilgi edinmek üzere istihare yöntemlerine başvurulduğu görülür.
Rüya yorumları Eski Mısır, Yunan ve Asur toplumlarında büyücüler ve kahinler tarafından yapılmıştır. Eski Mısır'da bu görevi yerine getiren kahinler, insanları rüyaları konusunda uyardığına inandıkları Tanrı Serapis adına yapılan tapınaklarda oturmuşlardır. Rüya tabirleri ile ilgili ilk eserlerin Asurlular tarafından yazıldığı bilinmektedir. M.Ö. 2000 yılına ait bir Mısır papirüsü ise 200'e yakın rüya tabirini içermektedir. Bu eser günümüzde British Museum'da muhafaza edilmektedir.[5] Rüya konusunun işlendiği görülen eski metinlerden biri de Asurbanipal Ninova'sının büyük kütüphanesine aittir. Bu eser sonradan Arapçaya çevrilmiştir.
Eski Yunan mitolojisinde Hypnos'un (uyku) ve Nyx'un (gece) oğlu Morfeus “düş”leri ifade eder; kendisine uçma ve aynı anda her yerde olabilme olanağını sağlayan kanatlarını hızla, fakat sessizce çırparken temsil edilir. Uykudaki insanları bir haşhaş[not 2] çiçeğiyle okşayarak onların rüya görmesini sağlar. Ölümlülere sırları açıklama üzere gönderilir. Morfeus uykuda ifşa olan “biçim”i ifade eder, çünkü arzu ettiği biçmi alabilen bir varlıktır. Geceleyin bir tür yolcu sayılabilecek uykudaki kişi yeraltı âlemindeki nehirlerden Styx’in veya Mnemosyne nehrinin (hatırlamayı sağlayan) ya da Lethe nehrinin (unutmaya neden olan) sularından içebilir ve Hypnos bıraktığında kişi uyanır.[6] Bir başka eski Yunan geleneğine göre rüya ilahı Oneiros'tur, günümüze diğeri kadar ünlü olarak gelmemişse de, adı, “rüya” anlamına geldiğinden, rüya terminolojisinde (oneiromansi, oneiroloji vs.) sıkça kullanılmıştır.
Eski Yunan kültüründe rüya ile ilgilenmiş ünlü isimlerden biri tıbbın babası olarak anılan İyonyalı hekim Hipokrat’tır (d. M.Ö. 460 - ö. M.Ö. 377). “Uyku hali vasıtasıyla insan vücudundaki hastalıkları önceden bilme” ya da “Hipokrat’ın Sağlık Bilgisi Kitabı” adlı çalışması bazı rüyaların çeşitli hastalıklar ile ilgili olabileceği düşüncesi üzerine kuruludur. Hipokrat’a göre rüyalar kişinin sağlık durumunu önceden haber verici nitelikte olabilmekteydiler. Hipokrat ayrıca “rüya anahtarları”[not 3] denilen sembolik kalıplarla kodlanmış olduğu düşünülen rüyalardaki verilerin “haberci” değerleriyle ilgili rüya yorumları üzerinde çalışmıştır. Rüyalar hakkındaki bir başka çalışma Aristo’nun “Rüyalar” adlı kitabıdır.[not 4] Antik çağda rüyaların yorumlanması konusunda en tanınmış isimlerden biri oniromansi[not 5] uzmanı Efes’li Artemidorus’tur.[not 4]
Honorius ve Arcadius döneminde (395–423) yaşayıp, eserler vermiş olan Romalı dilbilgisi uzmanı ve neoplatonist filozof Ambrosius Theodosius Macrobius çalışmasında rüyaları şöyle sınıflandırmıştır:
Papalığın 590’da rüyaları ilahî ve şeytani olarak ayırt etmesinden sonra oniromansi yasaklanmıştır. Kimi araştırmacılara göre, bu ayrımın aşılmasında 12. yy.’daki bir Cistercian keşişi olan Alcher de Clairvaux tarafından kaleme alınan « Ruh ile Can » (Liber de spiritu et anima) adlı eser bir dönüm noktası olmuştur. Bu eserde rüyalar Macrobius’un sınıflandırmasına benzer şekilde şöyle sınıflandırılmıştı:
Rüyalardan bazılarının ilahî kökenli oldukları inanışı çok yaygın bir inanıştır. Orfecilikte ve Pisagor ekolünde insanın semavi âlemle ilişkisinin ancak uyku sırasında gerçekleşebildiği öğretilmekteydi. Ortaçağ’daki Yahudi ve Arap yazarlarının eserlerinde de benzer öğretiler görülmektedir. Haberci (salih) rüyalar konusunu işlemiş İslam bilginlerinden biri İbn-i Haldun’dur (d. 1332 – ö.1406). Oniromansi alanında Babil kültürünün eski Yunan kültürüne kıyasla daha ileri bir düzeyde bulunduğu söylenebilir. Sami dillerini konuşanlar özellikle "peygamberane rüya"yı iyi bilmekteydiler.[8] Ayrıca Musevilik’te rüyalarla ilgili, hatovat chalom denilen geleneksel bir uygulama bulunur. (Hatovat chalom adının sözcük anlamı “hayırlı ya da iyi rüya görme”dir.)[9]
Somnium denilen rüyalar ile visio denilen vizyonlar (rüyet) Eski Ahit’te ve Yeni Ahit’te önemli bir yer işgal ederler.[10] Görme organının yardımı olmaksızın oluşan vizyonlarda, gelen tesirlerin kişinin şuurundaki imajlara bürünerek algı alanında görüntü oluşturması söz konusudur. Yeni Ahit’in sonundaki, Yuhanna'nın Vahyi adıyla bilinen kısım, vizyon tarzında alınan kutsal metinlerin bilinen örneklerinden biridir.
Musevi bilgin Musa ibn Meymun’a (1135-1204) göre, melek vasıtasıyla olsa da olmasa da ve yol ve araçlardan söz edilse de edilmese de, peygamberlere tüm ifşa olunanlar onlara vizyon olarak nakledilmiştir. Ona göre "vahiy" vizyonda içerilmiş haldedir ve peygamber "uyanık şuur hali"ne geçer geçmez mânâsını sezer.[not 6] Peygamber olmayan bizler ise uyanınca rüyamızı birine anlatır ve onun yorumuna gerek duyarız. Uyku ya da trans denilen hal, cismani duyulardan yalıtılmış olma imkânı sağlamaktadır. İlahi tesirin alınabilmesini İbn Meymun böyle açıklar.[11]
İslam bilgini İbn-i Haldun’a (1332-1406) göre esas olarak iki tür rüya vardır. Bunlardan biri ilahî varlığın kuşku götürmez vahyi olan "salih rüya"lardır; derhal uyanmayı zorunlu kılarlar ve kişide öylesine derin bir iz bırakırlar ki, kolay kolay unutulamazlar. Diğer gruptakiler ise hatırlanması için çaba harcanılan ve yorumlanmak ihtiyacındaki olağan rüyalardır. Eski Ahit’teki Yusuf’un rüyası (Tekvin, Bap-41’de) bu tip rüyalara bir örnek oluşturur. İbn-i Haldun’a göre aracı melekler vasıtasıyla aktarılanların yorum gerektirmesine karşılık, doğrudan doğruya gelen "salih rüya"lar yorum gerektirmeyecek derecede açık olurlar.[12] Muhyiddin İbn Arabi’ye göre de, veliler bilgilerini, peygambere vahyi getiren meleğin aldığı kaynaktan alırlar. İlham, söz veya yazı (İng. inspirational writing) tarzında dışarı yansıdığında vahiy (İng. revelation) adını alır.
Hristiyanlık’ta kutsal kitapları "haberci rüya" örnekleriyle zengin olmasına karşılık, 6. yy. sonlarından itibaren rüyalara temkinle yaklaşıldığı ve Batı’da okültistler ve gizli tarikatlerin engizisyondan gizli olarak yürüttükleri çalışmalar hariç tutulursa, 12. yy.’a kadar rüyalar üzerinde pek fazla bir çalışma yapılmadığı görülür. Bu tutumun kökeninde başında Papa Gregory I’in (540–604) bulunduğu papalığın rüyaların bir kısmını şeytani olarak değerlendirmesi bulunmaktadır. Gregory I, 590 yılında rüyaları üç gruba ayırmıştır: Yiyecek ve açlıktan kaynaklananlar, şeytan ya da cin (İng. demon) kökenli olanlar ve ilahî kökenli olanlar.
Kuran’da rüya hakkında çok fazla bilgi verilmez, rüyaya Kur'an'da özellikle Yusuf Suresi’nde yer verilir. Rüya sözcüğü Saffat ve Fetih surelerinde de kullanılır.
İslam peygamberi Muhammed'in rüya hakkında şu hadisleri rivayet edilir:
İslam peygamberi Muhammed'in ve sahabelerinin gördükleri birçok rüyanın (prekognitif rüya) gerçekleştiği bilinmektedir.[14] Tasavvufi menkıbelerin çoğu rüyalara dayanır. Mürşidler rüya yoluyla ölen insanların ahiret durumları hakkında da bilgi verebilirlerdi.[15] Allah insanların Levh-i Mahfuz'daki durumlarına muttali olan bir melek grubunu rüya işiyle vazifelendirmiştir. Vazifeli melekler Levh-i Mahfuz'dan aldıklarını birtakım olay ve hallere sokarak ilgili insanların rüyalarında kalbine yerleştirirler. Böylece bu rüya o kimse için bir müjde, bir uyarı ya da bir eleştiri şeklinde haber taşır.[16]
İbn Haldun'un Mukaddime'de belirttiği gibi, tasavvufta genel olarak rüyalar üç grupta ele alınır:[15][17]
El Gazali rüyanın mahiyetini mükaşefe ilminin inceliklerinden biri olarak kabul eder ve her önüne gelene anlatılmasını doğru bulmaz. (Kişi kendi çözmelidir veya mürşidine anlatabilir). Ölümle malum olan hususlardan bazıları rüyayla da malum olabilir. İslam peygamberi Muhammed gördüğü rüyaları anlatır ve sahabenin gördüğü rüyaları da yorumlardı.[20][21]
Rüyalar konusunda rüya nörofizyolojisi psikoloji varsayımlarından birçok bakımdan ayrılır: Rüya nörofizyolojisi öncelikle rüya etkinliğinin biyokimyasal, biyolojik ve anatomik düzeyde tanımlayıcı ve işlevsel incelenmesini amaçlar. Rüya nörofizyolojisinin tanınmış öncülerinden biri Alfred Maury'dir. (1817-1892)[22] Onun zamanına dek uyku fenomeniyle örtülü durumdaki rüyanın maddi yapısına hiçbir yaklaşımda bulunulmamıştı. Rüyaların sürekli ve periyodik olarak özel zamanlarda meydana geldiğini ve uyanmadan önceki iç ve dış uyaranlarla oluştuğuna ilişkin ilk varsayımı o ortaya atmıştır. Bununla birlikte rüya nörofizyolojisinin gerçek anlamdaki başlangıcı 1950’li yıllarda olmuştur.
Göz uçlarında bulunan nöronlar uyku geldiğinde sinyaller gönderir ve gözkapaklarının ağırlaşmasını denetlerler.[23] 1953’te Eugene Aserinsky, gözkapakları kapalı olduğu halde uykudaki kişilerin gözkapakları altındaki gözyuvarlarının hızla oynadığını farketmişti. Bunlar uyku sırasında gözlemlenen olağan göz hareketlerine birçok bakımdan benzemeyen (alışılmış dalga hareketi çizmeyen ve yavaş olmayan) hareketlerdi. Böylece REM uykusunu, yani uykudaki REM evresini keşfeden Aserinsky bir elektrookülogram sayesinde kaydedilebilen ve rüya evrelerine denk düşen, uykudaki "hızlı göz hareketleri" (REM) varsayımını ortaya attı. Daha sonra gözyuvarların oynadığı bu dönemlerdeki beyin dalgalarını saptamak üzere bir tür poligraf (yalan makinesi) aygıtı kullandı. Deneylerinden birinde deneğin REM döneminde olmadığı halde ağlayıp inlediğini fark etti ki, bu belirtiler deneğin rüya gördüğünü doğrulamaktaydı.[24] Aserinsky ve asistanı ses getiren bilimsel çalışmalarını 1953’te Science’ta yayımladılar.[25]
Rüyaların bilimsel incelenmesi anlamındaki oneiroloji terimi yazılı kaynaklarda ilk kez 1653 yılında kullanıldı. Bu inceleme alanı özellikle Nathaniel Kleitman ve Eugene Aserinsky’nin 1950’lerde REM evrelerini keşfetmeleriyle hız kazandı. Ardından 1959’da Michel Jouvet REM evrelerinde elektroansefalograma kaydedilen dalgaların uyanık halde olunduğunda kaydedilen dalgalara benzediğine dikkat çekti ve bu özel evrelere "paradoksal uyku" adını verdi. Kleitman ve William C. Dement EEG (elektroansefalograf) vasıtasıyla ölçülen “beynin elektriksel etkinliği”nin söz konusu olduğu özel uyku halinin, gözyuvarı hareketleri gibi bazı bakımlardan uyanıklık haline benzediğini ortaya koydular. Bu özel uyku hali ya da uykunun bu evresi günümüzde REM uykusu adıyla bilinir. Dement ve Kleitman’ın deneyleri de rüyalar ile REM evresi arasında çok sıkı bir ilişki olduğunu gösterdi. Keith Hearne ve LaBerge’in birbirlerinden ayrı olarak sürdürdükleri çalışmaların eşzamanlı olarak lüsid rüyayı doğrular yönde sonuç vermesi ise rüya türleri üzerine sonraki deney ve ilerlemelere olanak sağladı. W. Dement REM evresinde uyandırılan deneklerin % 80’inin rüyalarını hatırlamalarına karşın, uykunun "derin uyku" evresinde uyandırılan deneklerin sadece % 7’sinin rüyalarını hatırladıklarını saptadı.[26]
Rüya görmenin mutabık kalınmış hiçbir biyolojik tanımı yoktur. Bununla birlikte gözlemler rüyaların hızlı göz hareketinin oluşmasıyla yakından ilgili olduğunu ortaya koymakta ve EEG (elektroansefalograf) aygıtı da bu sıradaki beyin etkinliğinin çoğunlukla, uyanık olunduğu zamankine eş olduğunu göstermektedir. Hızlı göz hareketlerinin olmadığı sırada deneyimlenen “hatırlanmayan rüyalar” nispeten daha olağandır.[27] Ortalama olarak insan, ömrünün yaklaşık 6 yılını rüya görmekle geçirmektedir.[28] (Her gecenin iki saati rüya görüldüğü kabul edilerek yapılan hesaplamaya göre)[29] Aktif uyku ya da paradoksal uyku da denen REM evresinde beyin dalgaları gayet aktiftir (EEG'de beta etkinlik gözlemlenir), kas gerginliği iyice azalır, felce yakın bir kas güçsüzlüğü görülür; bu güçsüzlük yalnızca gözlerde, solunumdan sorumlu kaslarda ve kan dolaşımında görülmez.
Rüyaların çoğu yalnızca 5 ile 20 dakika arasında bir süre sürer.[30] Normal bir gece uykusunda 60-90 dakikada bir başlamak üzere uykusu boyunca 4-5 kez REM dönemi yaşanır; REM evrelerinden her biri ortalama 20-25 dakika sürer.[31] (İlk REM evresi çok kısadır, ancak birkaç dakika sürer, fakat gece ilerledikçe sonraki REM evreleri 30 dakikanın üzerine çıkabilir.) Çalışmalar insan gibi çeşitli kuş ve memeli türlerinin de uykuda REM deneyimi geçirdiklerini ortaya koymuştur. Örneğin M. Jouvet kediler üzerindeki deneylerde de benzer sonuçlar saptamıştır. Fransız nörobiyolog Jouvet'ye göre rüya ne uykunun bir parçası ne de uyanıklığın bir parçası olarak ele alınabilir, bu uykudan da uyanıklıktan da farklı olan üçüncü bir bilinç halidir.[32] Rüya görmesi engellenen bireylerde öğrenmenin zorlaştığı ve çeşitli depresif ve psikotik tepkilerin ortaya çıktığı deneysel olarak gözlemlenmiştir.
Her ne kadar rüyalarla ilgili çeşitli varsayımlar ortaya atılmışsa da, rüyaların tümüyle beyinle ilgili bir fonksiyon olup olmadığı, kökenlerinin beynin neresi olduğu, tek bir kökenlerinin mi olduğu, yoksa beynin çeşitli kısımlarının mı söz konusu olduğu ve zihin ya da bedenle ilgili ne gibi amaçlara yönelik oldukları bilinmemektedir.
Rüyaların işleyişine ve nedenlerine ilişkin çok sayıda varsayım bulunmaktadır.[33] Bu varsayımlardan bazıları, özetle, şunlardır:
olaylarla ilgili olabileceğini ileri sürer.[40]
Spiritüalistler tarafından yapılan bir tanıma göre rüyalar, "insanın uyku halindeyken gerek bilinçaltından kaynaklanan, gerekse çeşitli kaynaklardan aldığı tesirlerin imajlara bürünmesiyle oluşan algıları"dır.[40] Rüya laboratuvarlarında sürdürülen psikolojik ve psişik araştırma ve gözlemler rüyaların neden ve kaynaklarının çeşitlilik gösterdiğini ortaya koymaktadır.[44][45][46][47][48][49]
Rüyalar, metapsişik araştırmacılarca neden ve kaynakları bakımından şu şekilde sınıflandırılır:[40]
İnsanlığı binlerce yıldır hayrete düşüren prekognitif rüyalar ya da prekognisyon rüyaları meydana gelecek olayların önceden bilinmesini sağlayıcı, kısaca geleceğe ilişkin rüyalardır.[58][59] Bir rüya ancak gerçekleştiği zaman prekognitif adını alır, yani bir rüyanın prekognitif olup olmadığını önceden kestirmek güçtür. Prekognitif rüyalar nadiren görüldüğü şekilde gerçekleşirler, çoğu zaman da sembollere bürünmüş olduklarından, içerdikleri bilgiler ancak söz konusu olaylar gerçekleştiğinde anlaşılabilir. Jung’a göre bu tür rüyalarda psişik enerji rol oynamaktadır.[60]
Parapsikologların prekognitif rüya deneylerine Duke Üniversite’sindeki Parapsikoloji Laboratuvarı’nda Dr. Louisa Rhine tarafından yapılan deneyler ve Atlanta’da psikolog Dr. David Ryback tarafından sürdürülen deneyler örnek olarak gösterilebilir. Dr. David Ryback 433 üniversite öğrencisi üzerinde yaptığı prekognitif rüya deneylerinde deneklerden % 8.8’inin rüyalarının gerçekleştiğini saptamıştır.[61] Prekognisyon, yani geleceği görme fenomenini laboratuvar koşullarında deneysel olarak inceleyip sonuçları sınıflandıran parapsikologlar fenomenin gerçekliğini kabul etmekle birlikte, fenomenin nasıl oluştuğu ve nedeni konusuna bir açıklama getirememektedirler. Parapsikolojik araştırmalara göre, prekognisyon medyumluğunun kapsamındaki fenomenlerin oluşma biçimleri içinde, % 60-70’ini haberci rüyalar, % 30-40’ını ise uyanıkken kendiliğinden görülen vizyonlar, işitsel halüsinasyonlar, aniden zihinde çakan düşünceler, trans sırasında alınan duyumlar veya bilme duygusu biçiminde ortaya çıkan medyumluk oluşturmaktadır.[62] Kimi parapsikologlar prekognitif rüyaları bireysel olan ve olmayan şeklinde iki ana grupta ele alırlar. Bireysel olmayan genel kehanet rüyaları rüyayı gören kişinin özel yaşamıyla ilgili olmayıp, gelecekteki, toplumu ilgilendiren bir olay hakkındaki rüyalardır. Kitab-ı Mukaddes’teki firavunun rüyası bu tür rüyalara bir örnek olarak gösterilebilir. Parapsikolojik istatistikler prekognitif duyumların büyük kısmının genellikle ilk 48 saat içinde olacak olaylara ilişkin olduğunu göstermektedir. Aylar veya yıllar sonra olacak olaylara ilişkin prekognisyonların sayısı çok azdır. Yine parapsikolojik istatistiklere göre, prekognisyon fenomenlerinin % 80’lik kısmında, fenomene konu olan kişiler ile prekognitif duyumu alan kişi arasında duygusal bir bağ (eş, aile bireyi, dost vs.) olduğu görülmüştür. Bu bağın mevcut olmadığı % 20’lik kısım ise genellikle büyük, önemli felaketlere (uçak düşmesi, deprem, önemli birine suikast girişimi vs.) ilişkin duyumlardır.[62]
Bir sanat eserinin, bir icadın yapılmasını ya da yeni bir kavramın doğmasını sağlayıcı ilham veren rüyalara yaratıcı rüya adı verilir. Birçok sanatkar, eserlerini gördükleri yaratıcı rüyaları yaşamlarında uygulamak suretiyle meydana getirmişlerdir. Yaratıcı rüyalar genellikle kendiliğinden meydana gelen rüyalar olmakla birlikte, böyle bir rüya görebilmek için elverişli koşulları hazırlayıcı, yani “istihareye yatma” denilen yönteme benzer tahrik edici yöntemlerin kullanıldığına da rastlanmaktadır. Bu yöntemlerden biri Don Fabun tarafından tarif edilmiştir.[63]
Yaratıcı rüyalara tarihten şu örnekler verilebilir:[64]
Kısaca “bilinçli rüya” olarak ifade edilebilecek lüsid rüya kişinin rüya gördüğü sırada, rüya gördüğünün farkında olması haline ve rüya gördüğünün bilincinde olduğu bu tür rüyalara verilen addır.[65] Terimdeki “berrak” anlamına gelen lüsid sıfatı “bilinçli” (Fr. conscient) sözcüğüyle eşanlamlı olarak ilk kez 1867’de Fransız onirolog Léon d'Hervey de Saint-Denys tarafından “Rüyalar ve Rüyaları Yönetme Araçları” adlı eserinde kullanılmıştır. Terim daha sonra Oxford Psikofizik Enstitüsü’nden Celia Green tarafından kullanılmasıyla yaygınlık kazanmıştır. Lüsid rüyada kişi gördüklerinin ve yaşadıklarının bir rüya olduğunun farkına varmakla birlikte rüya akıp gitmeye devam eder.
Nasıl diğer rüya türleri sırasında yaşananlar, o anda rüya değil de gerçekmiş gibi algılanıyor ve yaşanıyorsa, lüsid rüyada yaşanılanlar da gerçek olarak algılanır.[66] Lüsid rüya bilimsel olarak araştırılmış ve gerçekliği doğrulanmıştır.[67][68][69][70][71]
Lüsid rüyalar REM evresi sırasında meydana gelirler. Kendiliğinden meydana gelebildikleri gibi, bunun eğitimini almış kişilerin iradi olarak lüsid rüya görebildikleri veya rüyalarını lüsid rüyaya dönüştürebildikleri bilinmektedir. “Lüsid rüya sanatı”nda ustalaşmış olanlar ayrıca lüsid rüyaya hakim olup rüyayı yönlendirebilmektedirler. Bu yönlendirme yalnızca kendi davranışları üzerinde değil, rüyanın içeriği ve seyri üzerinde de olabilmektedir. Malezya’da yaşayan ve Avustralya Aborjinleri’ne benzeyen Senoi yerlilerinin, bu tekniği geleneksel olarak kullanan « lüsid rüya ustaları” oldukları keşfedilmiştir.[72] Senoi kültüründe üstat, öğrencisine gördüğü psikofizyolojik kaynaklı rüyayı yönlendirebilmesi için imajinasyonu denetleme tekniğini öğretir. Bu tekniği uygulayabilen öğrenci, örneğin rüyasında vahşi bir hayvan tarafından kovalanmaktaysa, rüyasında bilinçli hale geçer ve imajinasyonunu denetlemesi sayesinde rüyanın kalan kısmında bu kez kendisi o vahşi hayvanı kovalayabilir. Lüsid rüyayı görenler ve yönlendirebilenlere oneironot adı verilmektedir.
Rüyada biliçlenebilme yeteneğinden ilk olarak 8. yy.’a ait Budist metinlerde söz edilmektedir. Batı’da lüsid rüya 1970’li yılların sonlarından itibaren "uyku laboratuvarları"nda incelenmeye başlanmıştır. Lüsid rüyanın ilk tanımı 1968’de Celia Green tarafından yapılmıştır.[73] Daha sonra Paul Tholey lüsid rüyayı şu niteliklerle tanımlamıştır: Lüsid rüya sırasında kişi, rüya gördüğünü bilir, beş duyuyla algılamaya hemen hemen eş bir algılamaya, özgür iradeye, akla sahiptir, uyandığında hepsini hatırlayabilir, rüyasını rüya gördüğü sırada da yorumlayabilir.[74]
Lüsid rüyanın varlığı rüya haline girilmesindan itibaren deneğin iradi olarak yaptığı göz hareketleriyle anlaşılmaktadır. William Dement ve H. P. Roffwarg tarafından yapılan şu keşif lüsid rüyaların varlığının saptanmasında önemli bir adım olmuştur: Yaptıkları deneylerde deneğin REM uykusu sırasında kaydedilen hızlı göz hareketlerinin yönleri rüyadaki olaylar sırasında bakılması gereken yönlerle çakışmaktaydı. Daha sonra lüsid rüyanın varlığı konusunda ilk kanıt 1975’te İngiltere’deki Hull Üniversitesi’nden Keith Hearne tarafından ortaya koyuldu. Deneği Alan Worsley gözlerini uykudan önce aralarında kararlaştırmış oldukları karmaşık göz hareketleri kodu tarzında oynatarak lüsid rüya durumuna geçtiğini işaret etmekteydi ve EEG kayıtları bu işaretlerin REM evresi sırasında yapılmış olduğunu gösteriyordu.[75] Bununla birlikte bilimsel basında konuya ilişkin ilk makale bundan ancak birkaç yıl sonra Stanford Üniversitesi’nden Stephen LaBerge tarafından yayımlandı.[76]
Astral seyahat terimi Okültizm’de ve Teozofi'de kullanılan bir terim olup, kişinin uyku gibi ruh ile beden bağlarının gevşediği hallerde esîrî beden ya da astral beden (Spiritüalizm’de duble) denilen süptil maddelerden oluşan bedeniyle fiziksel bedeni dışında, bilinci yerinde olarak (bilinç bu ikinci bedene geçmiş durumdadır), başka mekanlarda dolaşmak üzere yaptığı yolculuğu ve bu bedeniyle geçirdiği deneyimleri ifade eder. Parapsikoloji'de bu deneyim, kısa adı OBE ya da OOBE (out-of-body experience) olan "beden-dışı deneyim" terimiyle,metapsişik'te ise "şuur projeksiyonu" terimiyle ifade edilir.
İrâdi olarak gerçekleştirilebilmesi ve deneyim sırasında bilinçli olunması sebebiyle diğer “beden-dışı deneyimler” arasında özel bir yeri vardır. Parapsikoloji laboratuvarlarında yapılan deneylerde kişinin deneyim sırasında 5 duyu organı ile algılanabilecek bilgilerden daha fazlasına ulaşabildiği gözlemlenmiştir.
Bu deneyimle ilgili olarak şu iddialar ortaya atılmıştır:[77][78][79][80]
Astral seyahatin, okült ve teozofik kaynaklarda ve birçok araştırmacının çalışmalarında "irâdi olarak fiziksel bedenden ayrılma" şeklinde tanımlanmasına karşın[84] İngiliz parapsikolog Celia Green bir ayrım yapmış ve “fiziksel beden-dışı deneyimler”den kendiliğinden (irade-dışı) oluşanları için ekzomatik deneyim (İng. ecsomatic experience) terimini ortaya atmıştır.[85] Bu deneyimle ilgili araştırma alanında en çok isim yapmış kişilerden ikisi, adına ABD’de bir enstitü[86] kurulan Robert Monroe ve Kaliforniya Üniversitesi’nden Prof. Charles Tart’tır.[87]
Beden-dışı deneyim terimi okültizmdeki astral seyahat ya da astral projeksiyon terimine pek sıcak bakmayan Robert Monroe tarafından 1971’de söz konusu terime alternatif olarak ortaya atılmıştır.[88] Bu fenomen hakkında hâlen bilim insanları pek fazla şey bilmemektedir.[89] Her on kişiden biri bu deneyimi yaşadığını ileri sürmektedir.[90] Beden-dışı deneyimin genellikle REM uykusu ile “uyku felci”nin başlaması arasındaki sınırda meydana geldiği saptanmıştır.
Rüya yorumu rüyaların anlamlarının saptanmasıdır. Bu çalışma psikanalizde ve çeşitli mistik ve ezoterik ekollerde aynı anlamı taşımaz veya aynı şekilde yapılmazlar. Eski Mısır ve eski Yunan gibi birçok eski kültürde rüya görme doğaüstü bir iletişim veya ilahî bir müdahale olarak kabul edilmiş olduğundan, rüyaların içerdiklerine inanılan mesajlar birtakım yöntemler kullanılarak çözülmeye çalışılmıştır. Eski Yunanlar inşa ettikleri Asklepion denilen tapınak veya sağlık sitelerinde rüyaların yorumlanmasını da içeren çeşitli psikolojik çalışmalarda bulunmuşlardır.[91][not 11] Bazı kızılderili kabilelerinde olgunlaşma ayinlerinde kişi bir rehber rüya görene dek oruç tutmak ve dua etmek zorunda bırakılırdı.[92] Günümüzde de çeşitli psikoloji ekolleri rüyaların anlamlarına ilişkin çeşitli varsayımlar ortaya atmışlardır. Rüya yorumu 19. yy.’ın sonlarından itibaren psikoanalizin bir parçası olmuştur. Konuya ilişkin yeni ufuklar açan bir çalışma Sigmund Freud tarafından hazırlanan “Rüyaların Yorumu” adlı kitaptır.
Okültizmin dallarından biri olan oniromansi ya da oneiromansi, konusu rüyalar olan kahinlik sanatı ya da “rüyalar yoluyla geleceği ve gizli olanı öğrenme sanatı” olarak tanımlanır. Oniromansi ya da oneiromansi terimi eski Yunancadaki “düş” ve “kahinlik” anlamına gelen oneiroi sözcüğünden türetilmiştir. Bu disiplin özellikle eski Mısır’da önem verilen bir konumdaydı. Bir eski Mısır bilgelik kitabına göre, ilahlar rüyaları insanlara mesajlar gönderebilmeleri için yaratmışlardı. Eski Mısır’da rahiplerin bir işi de rüya yorumlamaktı. Rüya yorumları konusunun işlendiği görülen eski metinlerden biri Asurbanipal Ninova’sının büyük kütüphanesine aittir. Bu eser sonradan Arapça’ya çevrilmiştir. Oniromansi alanında Babil kültürünün eski Yunan kültürüne kıyasla daha ileri bir düzeyde bulunduğu söylenebilir. Çin’de rüyalarla ilgili önemli bir kitap, prekognitif rüyaların derlenmesi olup “Yeşim taşı Kutusunun Anıları” adıyla bilinir.
Oniromansi eski Yunan ve Roma din ve edebiyatında hayli yaygındır. Rüyalar, özel bir anlam taşıyan ya da kehanete ilişkin alametler (omen) olarak da değerlendirilmekteydi. Orfecilikte ve Pisagor ekolünde insanın semavi âlemle ilişkisinin ancak uyku sırasında gerçekleşebildiği öğretilmekteydi. Çeşitli çalışmalarda Aristo ve Platon’un rüyalar üzerine tartıştıklarına rastlanır. Hipokrat'ın da rüya yorumu üzerinde çalışmış olduğu bilinmektedir.
Grekoromen dünyasından elimize ulaşan tek rüya yorumu kitabı, II. yy.’da annesi Lidya’lı olan Efes’li Artemidorus tarafından yazılmış, beş ciltten oluşan Oneirocritica’dır. Artemidorus, kitabında kendisinden önceki pek çok yazarın kitabına atıfta bulunmuşsa da, bu kitaplar günümüze ulaşmamıştır. Artemidorus’un sisteminde öncelikle rüyalardan geleceğe ilişkin olanları diğerlerinden ayırt edilir ve rüyaların teorematik ya da alegorik olduğu, yani "göstermek istediğine benzediği" kabul edilirdi (sembolizm ilkesi).[93]
Papalığın 590’da rüyaları ilahî ve şeytani olarak ayırt etmesinden sonra, oniromansi yasaklanmış ve Batı'da rüya ile ilgili etkinlikler okültistlerin ve bazı ezoterik ekollerin gizli ve sınırlı çalışmalarından ibaret kalmıştır.
19. yy.'ın sonlarında ve ve 20. yy.’ın başlarında Sigmund Freud ve Carl Jung rüyaları bilinç ve bilinçdışının etkileşimleri olarak ele almışlardır. Onlara göre rüyalarda baskın güç bilinçdışıydı ve kendi zihinsel etkinliğini hakim kılıyordu.
Rüya yorumu psikanalizde kısaca rüyaların açık içeriğindeki sembollerden hareketle hastanın bilinçdışı arzu, dürtü ve çatışmalarını açığa çıkaran bir teknik olarak tanımlanır. Freud, rüyaların bireyin derin gereksinim ve arzularını ve bunların doyumunu ifade ettiğini varsayar. Freud’a göre rüya yorumu bilinçdışına açılan ana kapıdır, rüya da rüya gören kimseye bilinçdışına bakmasını ve rüyasını kendi başına (otoanaliz) veya bir psikanalistin gözetiminde yorumlamasını sağlayan bir pencere oluşturmaktadır.
Freud'a göre rüyalardaki sembollerden bazıları evrenseldir, herkeste aynıdır. Örneğin silah, sopa, bıçak, gibi delici, yırtıcı, uzun, sivri uçlu vb. şeyler psikanalizdeki klasik rüya yorumunda penisi temsil ederler; sepet, kutu gibi şeyler de vajinayı temsil ederler. Su ise doğumun veya anne karnına geri dönmenin, cinsel ilişkinin bir sembolü olarak kabul edilir.[not 12]
Freud’çu psikanalizde sembolik sistem, özellikle oidipus kompleksiyle yapılanmış bireysel geçmişteki çarpıtma (eğretileme) kurallarının uygulanmasından ve bilinçdışının düzenlenmesinden hareketle işler. Carl Gustav Jung’un “kolektif bilinçdışı” denilen "evrensel bilinç" ya da "ortak hafıza" varsayımına göreyse, bireysel semboller "kolektif bilinçdışı"nın varlığını gösterirler, kolektif bilinçdışı yoluyla evrensel olur ve bu yolla arketipler haline gelebilirler.
Freud’un her şeyi doğumla başlatmasına ve rüyaları bireysel bilinçdışına dayandırmasına karşılık çağdaş psikiyatrinin kurucularından olan ve psikiyatrinin yanı sıra fizik ve efsanelerle de ilgilenen Jung doğuştan evrimle getirilen, tüm insanların katıldığı ortak bir bilinçdışı kavramını ortaya atmıştır. Buna günümüzde filogenetik psişe (İng. phylogenetic psyche)[not 13] ya da varoluşun temelini de kapsamak üzere ontogenetik psişe (İng. ontogenetic psyche) adı verilir. Klasik mantıkla düşünmeye alışmış zihinleri sarsan bu yeni kavramda biraz teoloji de söz konusu olmaktadır. Bu iki düşünce adamının çatışması genetik mühendisliğine ve psikobiyolojiye[not 14] de yansımıştır.[94]
Jung’un yeni getirdiği bu kavrama göre, kolektif bilinçdışı, insan topluluklarının davranışlarının ortaya çıkmasında belirleyici rolleri olan, tarih boyunca kuşaktan kuşağa aktarılagelen genetik özellikleri, arzu ve duyguları, etki-tepki mekanizmaları ile davranış örneklerinin biriktiği varsayılan soyut bir alandır. Bir başka deyişle, kolektif bilinçdışı soyaçekimle atalardan gelen, insanlar üzerinde içgüdüye benzer şekilde belirli etkileri olan, ataların deneyimlerini içeren bir tür ortak hafıza ya da evrensel bir bilinçtir. Herkeste mevcut olan bu ortak bilinçte "ilkel ve derin temel imajlar" ya da "içgüdüsel davranış modelleri"ne arketipler (arşetip) adı verilir. Arketipler insan beyni ve bilincinin hayvanlık düzeyindeki dönemden bugüne dek biçimlenmiş kavrayış kalıplarıdır. Arketiplerden beslenen insanlık hâlen hayvanlık düzeyindeki düşünme biçimlerinin etkisi altındadır. Bunlar bilinçli olunduğu sırada imaj ve içgüdü biçimleri olarak belirebilir (ortak imajlar, doğa güçleri karşısında ortak tepkiler vs.). Nevroz, uyku veya değişik şuur halleri denilen bilinçsizlik hallerinde ise bu kolektif bilince biraz daha dalmış olunduğundan arketipik imajlar daha iyi bir şekilde ortaya çıkmaya başlarlar. İşte, Jung’a göre, rüyalarda ve mitolojilerde rastlanılan bazı ortak semboller bu kolektif bilinçdışından kaynaklanmaktadır.
Fakat rüya sembollerinin çoğu genellikle evrensel anlam taşımazlar, bireysel anlam taşırlar; yani rüyayı gören kişinin kendi iç dünyasındaki değerlere göre düzenlenmişlerdir.[95] Her insanın aynı sembole verdiği anlam ve değer aynı değildir. Örneğin arslan, bir insan için korku verici, tehlikeli bir hayvandır, bir diğer insan için güçlülüğün, kudretin sembolüdür. Arslan, iki ayrı kişiden birinin rüyasında tehlikeyle ilgili, diğerinde ise kudretle ilgili olabilir. Bir başka deyişle, korkunun sembolü bir kimsenin iç dünyasında akrep olarak, bir diğer kimseninkinde yılan olarak, bir diğer kimseninkinde ise arslan olarak bulunabilir. Yani korku ile ilgili bir dışavurumda biri rüyasında akrebi, bir diğeri arslanı, bir diğeri yılanı görebilir. Dolayısıyla kişinin bireysel “semboller dili”ne uygun olarak oluşan ve bireye özgü olan rüyaların anlaşılması, ancak kişinin kendi bireysel çözümlemesiyle olanaklıdır ve standart rüya tabirleri kitaplarından yola çıkılarak bir rüyayı yorumlamak mümkün değildir. Çünkü rüyalardaki semboller, rüyayı gören kimsenin duygularına, düşüncelerine, bilgilerine, değer yargılarına, korkularına, kısaca iç dünyasına göre biçimlenirler.[96]
Metapsişikçiler doğrudan doğruya rüya yorumunu konu almamakla birlikte rüyaların işleyiş mekanizmasını kendilerince, daha doğrusu kendi araştırmalarının sonuçlarına göre açıklarlar ve rüyaların farklı nedenlerden kaynaklanabilecekleri göz önünde tutarak tüm rüyaların tek nedene indirgenmesine karşı çıkarlar.
Sembolizmin amaçlı rüyalarda ya da diğer adıyla haberci rüyalarda ve vizyonlardaki varlığının nedeni metapsişikçilerce kısaca şöyle açıklanır:[96] İnsanın imajinasyon yeteneği sembolleştirici bir role sahiptir. Ruhsal âlemde “mânâlar” halinde bulunan “tesirler” fiziksel âlemde belirirlerken ister istemez madde âleminin özelliği olan imajlara bürünmek zorunda kalırlar ki, bürünecekleri imajları da “tesir”i alan insanın şuuraltı dağarcığından edinirler. Bir vizyonun, bir haberci rüyanın alınmasında, tesir ne kadar yüksek bir varlıktan gelirse gelsin, alıcı kişinin kapasitesi, şuuraltı imajları, şuuraltı dağarcığı ve hatta sözcük dağarcığı -tesirin özgün halini kaybetme derecesi ve kısıtlanması bakımından- çok önemli bir rol oynar. Orijinal kaynağından “mânâ” olarak inmeye başlayan ruhsal tesir onu alan insanın zihninde imaj olarak ve ağzında söz olarak belirene kadar geçirdiği bir sürü dönüşüm sırasında ister istemez özgün halini yitirmek, kabalaşmak zorundadır.
Metapsişikçiler şuuraltının bu değiştirici ya da dönüştürücü etkisine “renkli cam etkisi” adını verirler. Nasıl beyaz ışık, renkli bir camdan geçerken hem camın rengini alıyor, hem de bir miktar kırılmaya uğruyorsa, insanın aldığı metapsişik enformasyon ya da tesir de şuuraltı katmanından geçerken benzer şekilde, özelleşir, bükülür, kabalaşır, dönüşür, o ortamdaki malzeme neyse ona bürünür ve özgün halini az çok yitirerek dışarı (zihne) yansır.[97][98] Yani, bir kaynaktan gelen, örneğin haberci bir rüya tarzında alınan tesirler, insan zihninde yer ederken, ister istemez o insanın şuuraltı dağarcığındaki imajlara dönüşürler ve bu dönüşüm sırasında birtakım sembollere bürünürler. Bu, doğal ve zorunlu bir süreçtir. Metapsişikçiler sezgi kanalıyla alınmış metinlerdeki sembolik betimlemelerin nedenlerinden birinin de yine bu olgu olduğunu belirtirler.
Rüyalar ortaya koydukları iki mesele nedeniyle insanoğlu için hep büyüleyici bir konu oluşturmuştur: Rüyanın gerçeklikle (duyular yoluyla algılanan realiteyle) olan ilişkisi ve uyanık bilinç haliyle yapılan faaliyetle olan ilişkisi.
Doğu’nun birçok öğretisinde rüya olarak belirttiğimiz ruhsal hallerin asılsız olmayıp, birer realite oldukları ve asıl dünya yaşamının bir rüyadan ve illüzyondan ibaret olduğu öğretilir.[99] Bu öğretilere göre, gerçek olan, aslolan ve ebedi olan insanın ruhsal yaşamıdır, beş duyuyla algılanan değil, beş duyu olmadan algılanan realitedir (rüyalar, öldükten sonra yaşananlar, düşünceler, tahayyül edilenler).
Bazı düşünürler de gerçek yaşam olarak kabul ettiğimiz maddi yaşamın bir illüzyon olabileceğini düşünmüşlerdir (ontoloji üzerine septik düşünce olarak bilinen fikir).[not 15] Yazılı kaynaklarda bu fikirden ilk olarak Çinli düşünür Zhuangzi’nin söz ettiği görülmektedir, fakat bu kavramın Zhuangzi’den önce de Hinduizm’de mevcut olduğu sanılmaktadır. Bu fikir Budizm’in de temel ilkelerden biri olarak kabul edilir.[100] Hinduizm'de bu fikir Maya kavramıyla dile getirilir. Maya, insanın yaşadığı "tezahür etmiş âlem" denilen fiziksel âlemin bir hayal, bir aldanmadan (illüzyon) ibaret olduğunu dile getiren kavramdır.
Maya kavramının içeriğindeki fikirler şöyle açıklanabilir:
Ünlü isimlerden konuya ilişkin vecizeler:[96]
- “Yaşam bir rüyadır, ölümse bir uyanış” (Voltaire)
- “Gözlerini dünyaya bir köpük parçasına bakıyormuş, bir rüya görüyormuş gibi çevirebilen, ölümün pençesinden kurtulur” (Buda)
- “İnsanlar için gerçek olan dünya yaşamıdır, uykudayken yaşanılanlar birer rüyadır, spatyumun idrakli ruhları içinse dünya yaşamı bir rüya gibidir. Dünyevi rüya sırasında uyanabilmek… İşte bütün mesele budur” (Allan Kardec)
- “Ancak ‘ölüm’den sonradır ki hakikaten yaşamaya başlarız” (Çiçero)
- “Ölüm, asıl vatanına ulaşmak için ruhun kurtuluşundan başka bir şey değildir” (Platon)
- “Asil ruhlar için ölüm, karanlık bir tutsaklık yaşamının sona ermesidir” (Plütark)
Hint geleneğinde dört şuur hali söz konusudur. Bunlardan uyanıklık haline Jagrat, derin uyku haline Susupti, rüya haline Svapna ve « yüksek şuur haline» Turiya (Buda gibi tekamül düzeyi yüksek varlıklara özgü şuur hali) adı verilir.
İstihare, iyi bir niyetle, gelecekten bilgi almaya, bilinmeyen bir şeyi öğrenmeye, niyet edilen veya girişilecek bir işin hayırlı olup olmadığını anlamaya, önemli bir kararı uygulamadan önce ilahî makamlara danışmaya yönelik amaçlarla haberci rüya görmeyi duayla talep etmedir. Osmanlıcadaki istihare terimi eski Yunancada egkoimêsis[101] ve Latincede « tapınağın en kutsal yerinde uyumak » anlamındaki incubare fiilinden gelen incubatio « Tapınak Uykusu »[102] terimiyle karşılanır.
İstihare yöntem ve teknikleri kültürden kültüre farklılıklar gösterir. İstihare ya da enkübasyon (inkübasyon) yönteminin en eski uygulamaları Sümerler (M.Ö. 3000) ve Eski Mısırlılar’da (M.Ö. 2500) görülür. Bu uygarlıklarda rüya, ilahlar tarafından gönderilen bir mesaj olarak kabul edilirdi. Arkaik Yunan’da istiharenin özellikle mağaralarda yapıldığı görülmektedir. Amphiaraos ve Trophonios mağaraları buna örnek olarak gösterilebilir. Bu tür uygulamalar sonradan, M.Ö. V. yy.’dan itibaren Epidaure ve Argolide’de görüldüğü gibi, Asclepios kültünün bir parçası olacak şekilde tapınak içerisine çekilmiş olmalıdır. Bu uygulamalar özellikle Asclepios tapınaklarında yapılırdı ve amaç bazen haberci rüya görmek, bazen de şifa bulmaktı.[102] İlah Asclepios haberci rüyada sakallı bir insan, köpek ya da sembollerinden biri olan yılan kılığında görünebilirdi. (Bergama'daki asklepion'un giriş kısmındaki kare biçimli meydanın ortasında yer alan taşın üzerinde Asclepios'un sembolü olarak iki yılan ve bir daire kabartması bulunur.) İstihareye yatanın rüyası ile rahibin rüyasının çakışma hali sumptôma terimiyle belirtilirdi. İlah Asclepios’un rüyada görünmesine onar, uyanık haldeyken görülen vizyonda belirmesine ise upar adı verilirdi.[103]
İstihare uygulamalarının yapıldığı yer bir tapınak olabildiği gibi mağara, bir pınar, bir kuyu veya kutsal bir yer de olabilmekteydi. İstihare Roma uygarlığında da uygulanmıştır. Aşağı Akdeniz havzasında istihare uygulamalarının yapıldığı, Asclepius’a (Yunan ilahı Asclepios’un Roma mitolojisindeki karşılığı) adanmış yaklaşık 400 tapınak saptanmıştır. Epidaurus, Bergama ve Roma’daki tapınaklarda yapılan uygulamalarda adakların da sunulduğu görülmektedir. İstihare Sufizm’de ve sonradan bazı Hristiyan tarikatlerinde de benimsenmiş olup, hâlen bazı Yunan manastırlarında uygulanmaktadır.
İstihare Asya ve Amerika kültürlerinde de uygulanmıştır. Japonya’da istihare rüyalarıyla ünlü üç tapınak Ishiyamedera (Biwa Gölü yakınında), Hasedura (Nara’nın güneyinde) ve Kiyonizudera’dır (Kyōto’da).[104] İstihare uygulamasına Orta Amerika, Kuzey Afrika, Avustralya, Bırneo, Çin, Hindistan ve İran’da da rastlanır. Bu tür uygulamalara aslında, yaygınlık derecesi ve uygulama biçimi değişiklik göstermekle birlikte, dünyanın hemen hemen her yerinde rastlanmaktadır. Tapınak dikilitaşları ve yazıtları bize istihare uygulamasının değişimleri hakkında değerli bilgiler sunmaktadır. Yazıtlardan bazılarında hastaya hangi ilaçların alınması gerektiğini bildiren rüyalardan ve rüya görüldüğü sırada meydana gelen mucizevi şifa bulmalardan söz edilmektedir.
İslam’da istihare şifa bulmak amacından ziyade, belirli bir meseleye cevap elde etmek üzere yapılır ve istihareye yatmadan önce ezberlenmiş bir dua okunur.[105] Sufizm’de haberci rüyalar yoluyla bilgi edinmeye keşf-i muhayyel adı verilir[106] Bir meseleye yanıt bulmak üzere başvurulan istihare yönteminde, rüya görmenin yeterli olmadığı, görülen rüyanın hatırlanmasının, bir haberci rüya olup olmadığının saptanmasının ve haberci bir rüya söz konusuysa bu rüyadaki sembollerin çözülmesinin önem taşıdığı belirtilir.[not 16] Kişinin, gördüğü birkaç haberci rüyasındaki sembolleri çözmesi, sonradan göreceği haberci rüyalarını çözümlemesinde ya da yorumlamasında, kendisine büyük kolaylık sağlar. Çünkü bazı semboller sonraki rüyalarında da tekrarlanacaktır. Böylece, kişi “rüya alfabesi”nin harfleri olan sembollerin anlamlarını çözmeyi başardıkça, “bireysel rüya sembolleri alfabesi”ni ya da “bireysel rüya dili”ni keşfetme yolunda ilerleme sağlayacaktır.[96]
Sibirya halklarındaki en yaygın inanışlardan biri bedenin yaşamının ruha bağlı olmasıdır. İnanışa göre, uyku sırasında ruhun bedenle olan bağı gevşediğinden, ikinci canın bedeni terk etmesiyle rüya meydana gelir. Bu canın bedendeki yokluğu uyuyan kimsenin aniden uyandırılmaması şartıyla tehlikeli bir hal değildir. Xant-Mansi halkı bebeğin bu canı çok uzaklara gitmesin diye beşiğin üzerine Orman tavuğugiller familyasından bir kuş resmi yaparlar. Bu can, bedeni tümüyle terk ettiğinde ölüm kaçınılmaz olur, canını geri getirip o kimseyi canlı tutmak ancak şamanların yapabileceği bir iştir. Bu canın bedenden uzaklaşması yalnızca rüya sırasında değil, sarhoşluk ve özellikle zihinsel hastalıklar sırasında da söz konusu olur. Şamanlar ise bu tür gezintileri bilinçli halde yapabilirler.
Asya şamanlarında bazı rüya türleri inisiyasyon kapsamında ele alınır. Bu tür rüyalarda ilahî varlıklarla ya da hami varlıklarla iletişim kurması söz konusu olur.Sibirya ve Orta Asya şamanizminde sırra (mister) erme denilen deneyimi ancak gereken hazırlık eğitimini almış şaman adayları geçirebilir ki, bu hazırlık eğitimi de ancak, dalgınlık, olup bitene ilgisizlik, birtakım nöbetlere tutulma gibi ön belirtiler gösteren adaylar arasından, bir "iç çağrısı alma" ve mağaralarda haberci rüyalar görüp hami-rehber varlıklarıyla irtibata geçme gibi ilâhî “seçilme” belirtileri göstermiş olana verilir.[107] Hangi yöntemle seçilirse seçilsin, her şaman adayı iki ayrı alanı kapsayan bir inisiyatik eğitimden geçtikten sonra şaman olabilir. Bunlardan biri vecd, trans ve rüyalar alanındaki eğitimdir. Diğeri geleneksel eğitimdir (şaman teknikleri, oymağın mitolojisi, soyağacı, gizli dil vs.)[108] Eğitimi yaşlı şaman üstadların yanı sıra, bedensiz varlıkların da üstlendiği belirtilir. Bedensiz varlıkların yaptırdığı eğitim rüyalar tarzında hatırlanır. Şaman adayının kendisinde önceleri bir kriz gibi beliren trans hali üzerinde denetim kurmasını sağlayan ve kendisini toplum nazarında sıradan bir nevrozlu olmaktan çıkaran şey, aldığı bu inisiyatik eğitimdir.[109]
Şamanın transı kendine özgüdür; şamanik trans, gözlemlenen psikosomatik fenomenler bakımından diğer trans türlerinden ayrılır, şaman trans sırasında diğer trans türlerinin aksine şuurunu kaybetmez ve posede[not 17] duruma geçmez.[110]
Şamanik Bon ya da Bön dininin etkisinde oluşan Tibet Budizminde ya da Lamaizm'de (lüsid rüya) uygulamalarını da içeren bir teknik, Batı'da "rüya yogası" adıyla bilinir. Rüya yogası ya da Tibet dilindeki adıyla Milam (T:rmi-lam or nyilam; S:svapnadarśana)[not 18] trans kapsamında kapsamında ele alınan tantrik süreç ve teknikleri içerir.[111][112] Tibet terimleriyle belirtmek gerekirse, Dzogchen (kemal yolu) silsilesinin (Nyingmapa, Ngagpa, Mahasiddha, Kagyu ve Bönpo) Mantrayana’ya bağlı tantrik sadhana’sının ileri bir aşamasıdır. Dzogchen kısaca Tibet Budizminde ruhsal uyanışa götüren ezoterik nakillere dayalı bir eğitim ve teknikler sistemidir.[not 19]
Fiziksel bedenin ölümü ile ruhun yeniden bedenlenmesi (reenkarnasyon) arasındaki araya ve bu aradaki şuur hallerine Tibet dilinde bardo, meditasyon sırasındaki şuur haline tingezin denir. Milam bardo ise rüya sırasındaki şuur halidir.
Günümüzdeki Dzogchen öğretmenleri Namkhai Norbu, Lopön Tenzin Namdak ve Tenzin Wangyal "rüya yogası" felsefesini şöyle açıklarlar:
Algıladığımız gerçeklik (realite) ve olgular âlemi aslında gerçek değildir, daha doğrusu bir illüzyondan, bir rüyadan, bir hayalden, bir “düşünce formu”ndan[not 20] ibarettir. Olguların tüm görünümleri bir rüya, bir “düşünce formu”dur. "Rüya yogası"nda dünyasal yaşam rüya kabul edilir, rüya ise gerçek yaşam kabul edilir. Öldükten sonra yaşacaklarımız şimdiki rüyalarımıza benzer. Bardo halinden çıkan kimse, yeni bir karmik illüzyonla yeniden dünyada doğar. Milam yolundaki ilk hedef, rüyasında şuurlu olabilmektir. İşte, kendisini rüyasında şuurlu hale gelebilmeyi olağan bir yeteneği durumuna getirecek kadar geliştirmiş kimseye her şeyin kapıları açılır. O kimse sadhanayı uygulayabilir, inisiyasyondan geçebilir, öte âlem denilen âlemde yüksek planlara (düzey, ortam) çıkabilir ve oradaki varlıklarla iletişim kurarak onlardan bilgiler alabilir.
1930’lu yıllarda keşfedilen Senoi’lar Malezya’nın tropikal ormanlara sahip dağlık bir yarımadasında yaşayan, nüfusları 12.000-18.000 arasında olan, Avustralya Aborjinleri’ne benzeyen, siyah tenli, kısa boylu, modern anlayışın “ilkel” olarak nitelendirebileceği bir yerli topluluğudur. Tüm bireylerinin huzur içinde yaşadığı, yiyecek ve toprağın paylaşıldığı bu topluluğun mutluluğu antropolog ve psikologların gözünden kaçmamış ve incelemeler sonucunda toplululuğun, mutluluğunu lüsid rüyalara borçlu olduğu anlaşılmıştır.[not 21][not 22] Araştırmacılar Senoi halkının sergilediği psikolojik olgunluk ve dengeyi lüsid rüya ustaları olmalarına bağlamıştır.
Senoi’larda lüsid rüya eğitimi daha çocukluk çağından başlamaktadır. Çocuklar konuşmayı öğrenir öğrenmez, aileleri onları rüyalarını anlatmaya teşvik etmekte ve onlara rüyaları denetleme yöntemleri öğretmektedir. Örneğin yırtıcı hayvanlar veya ürkütücü canavarlar tarafından saldırıya uğrayan çocuklara, uyandıklarında tekrar uykuya dalarak kendisine saldıranlarla ölesiye savaşmaları telkin edilir. Kimi psikologlara göre, hasmı yenmek bilinçte pozitif bir enerji yaratmakta ve aynı zamanda genç Senoi, güçlükler karşısında yılmamayı, yaşamın sorunları karşısında küçülmemeyi ve korkulacak tek şeyin aslında korkunun kendisi olduğunu öğrenmektedir. Senoi rüya tekniğinde aynı zamanda tatmine, zevklerin (uçmak, güzellikleri seyretmek, sevişmek vs.) olabildiğince yoğun bir biçimde deneyimlenmesine de yer verilir.
Senoi’lar üzerinde ilk araştırmalar 1950’li yıllarda Amerikalı psikolog Kilton Stewart tarafından yapılmış ve Stewart, Senoi tekniğini örnek alarak Herbert Noone’un da yardımıyla, rüya denetimi ve manipülasyonu yoluyla ruhsal gelişmeyi amaçlayan bir teknik geliştirmiştir. Daha sonra Patricia Garfield[113] tarafından biraz daha geliştirilip modernize edilen bu teknik, Stewart-Garfield şartlandırma yöntemi olarak bilinmektedir. Garfield’a göre rüyalar psişizmi düzenleme işlevini gördüğünden, rüyalar önceden belirlenmiş bir yöne sevkedilebilirse parazit nevrozları ortadan kalkacak ve psikolojik bakımdan, istenildiği gibi işlenmeye hazır, verimli bir alan elde edilebilecek, potansiyeller geliştirilebilecek ve derin bir denge hali sağlanabilecektir.
Stewart-Garfield yöntemi lüsid rüyada uygulanması gereken şu üç kurala dayanır: